24 KASIMLARDA DERİNLEMESİNE DÜŞÜNMEK
Sevgili öğretmenim, bilirim çok derdin var; ama bilir misin ulusun derdi giderilmezse, senin derdin hiç bitmez.
Yüzlerce sıkıntının arasında bir de yoksulluk vardı, Anadolu insanının beklediği kesin zafere giden yolun engelleri arasında. Sakarya savaşı ardından, genel seferberlik ilan edilmiş; Tekâlif-i Milliye kanunu ile bu zaferin halkla; halkın canı ve malıyla yapacağı katkıyla kazanılacağı düşüncesi doğmuştu.
Kim ne katkı sağlayacaksa il, ilçe, belde ve köylerde oluşturulan komisyonlara teslim ediyorlardı. Çalışmaya başlamış o komisyonlardan birinin önünde, bu emre uymuş insanlar sıra oluşturmuştu. Genç, yoksul bir kadın gelir, bir süre komisyona teslim edilen mallara; onları teslim alan komisyonun çalışmasına bakar. İçinde güven duygusu oluşsa da yine de endişeleri vardır. Buna karşın harekete geçer, tek zenginliği olan parmağındaki yüzüğünü çıkarır, komisyona doğru ilerler.
Yüzüğü komisyona teslim ederken, yine de endişesini gidermek için sorar: Bunlar yerlerine ulaşacak değil mi? Komisyon başkanı, babacan bir tavır, kendinden emin bir sesle kadına seslenir: Bacım için rahat olsun. Nice yetimin, nice tüyü bitmemiş çocuğun hakkı vardır. Cephede verilen savaş, namus savaşıdır. Sen namusunu birleştirdiğin yiğitle arandaki işaret olan bu yüzüğü vatan kurtulsun, namus kurtulsun diye vermedin mi? Bunun vebali el yakar. İçin rahat olsun bacım.
Evet, öğretmenim bu ülke, kitapların yazdığı kadar kolay kazanılmadı. Bu devlet, vatan toprağına basan düşman çizmesini, namusunu, ayaklar altına alan nesne olarak gören onurlu insanların çabalarıyla kuruldu.
Şimdi, Başöğretmen Mustafa Kemal’in, “Millet mektepleri başöğretmenliğini kabul ettiği gün”de kutladığımız öğretmenler gününde, O’nu anlayacak gençler yetiştirmenin neresindeyiz? Bunu düşünmenin zamanı geçmiyor mu?
Yüzüğünü teslim eden kadının endişeleri, Osmanlı’yı yıkıma götüren köhnemişliğin azdırdığı rüşvet, zimmet gibi davranışların yarattığı korkulardandır.
Dışarıdan gelenlerin kalacağı otel bulunmayan; koğuş gibi yerde yatıp, tencerede pişirip kapağında yiyen vekillerin doldurduğu ilk Meclis yıllarından günümüze ne değişti?
Teknolojik alanda, sanayide, ekonomide küçümsenmeyecek noktalara geldik. Öğretmenim, bu senin saçtığın bilim ışığının eseridir.
Geride bıraktığımız 85 yıla baktığımızda, elbette ki ölçülemeyecek kadar ilerlediğimiz görülecektir. Çok değil, daha 25–30 yıl öncesinde, Zigana geçidi, Kop geçidi, Amanos (Gâvur) dağı, Külek boğazı ve daha birçok noktada saatler süren yol çilesi vardı. Bugünün yollarıyla kıyaslanmayacak kadar zor yollardı.
Öğretmenim, tartışmasız bu güzellikler senin eserin. Ne var ki, sahip çıkmasan da yaşadığımız yozlaşmalar da senin eserindir. Peşinen söyleyeyim, senin eserin olsa da tek suçlu sen değilsin. Şimdi sorgulayacaksın ne yapacaktım daha? Ya da kaçamak bir cevap, “Bu maaşa bu kadar iş fazla bile.” ve daha bir sürü düşünce üretimi söz çıkaracaksın karşıma.
Sevgili öğretmenim, köylü ayşe teyze, fatma bacı, mehmet dayı, ali amca tehlikeli olsalar bile, sınır komşusuyla kavga edecek kadar tehlikelidir.
Oysa okumuş, öğretimini yüksek lisans, doktora gibi şatafatlı basamaklara yükseltmiş beyler, hanımlar boşaltıyor bankaların içini. Onlar biliyorlar vergi kaçırmanın kırk yolunu. Onlar, rüşvetle iş yaptırmayı; onlar, adam kayırmayı; onlar, ihalelerden pay almayı ve daha sayamayacağım binlerce hileli yolu iyi bilirler.
İşte kocaman soru: Kim yetiştirdi bunları? Bir taraftan, İslam’ın doğrulukla ilgili bütün emirlerine; bir taraftan Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetin ilkelerine; bir taraftan ahlak değerlerine, bir taraftan halen aşamadığımız açlık sınırındaki yaşamaya karşın, bunlar hep bencil, çıkarcı, ahlaksız olabiliyorlar.
1739 Sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nda yetiştirilecek çocuklarımıza verilmesi gereken eğitim ve öğretimin ilkeleri sıralanmışken, bunca öğretmen de görevini yasaya uygun yapmışken, sokak nasıl kirlenmiştir, sevgili öğretmenim?
Gece yarısı korna çalarak geçenler, silah sıkarak balkondaki canı alanlar, küfürler; çevreyi kirletmeler, saygısızca yaşananlar, mafyalaşmalar-çeteleşmeler, hukuku hiçe saymalar… ve daha binlerce ahlaksızlık; ne dersin öğretmenim kimin eseri?
Lisede, 11. sınıfa başlayan öğrenci, öğretimin içinde 10 yılı geride bırakmıştır. Yılda 180 gün okullarımız açık, (10x180=)1800 gün okula gelen öğrenci, günde 6 saat ders görse, (6x1800=) 10800 saat ders görmüş sayılır. Her ders, “Oğlum, önüne dön; kızım, beni dinle; yavrum doğru otur..”gibi uyarıları en az 5 kez duyar. Bu da (5x 10800=) 54000 defa demektir.
11. sınıfta hala gevezelik ediyor, hala “doğru otur, önüne dön, beni dinle…”gibi uyarılara muhatap oluyorsa, biz geride kalan 10 yılda ne verdik?
Hırsız, uğrusuz; yalancı, dolandırıcı; tinerci, kumarcı; bölücü, gerici saymakla bitmeyen bunca bela, elimizden geçen çocuklarımıza yüklediğimiz sıfat değil mi?
Öğretmenim; eğitimin ilgilleri; akıllı insanlar, aklımın almadığını size sormak isterim: 54000 defa duyduğu halde, hala uyarıya muhatap olan çocuklarımızın zekâsında mı problem var, yoksa 54000 defada istediğini vermeyen eğitimimizde mi?
Sorunun cevabını doğru verelim de bundan sonraki kutlamalarda Başöğretmene mahcup 24 Kasımlar yaşamayalım.
BİR CEVAP YAZ