GÜLE ÇAKAN ŞİMŞEK
Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Korku yağıyordu, gencecik bedeninden. Yüzünden okunuyordu korkuları. Dudakları titriyor, konuşmuyordu ya da konuşamıyordu. Ancak, yüreğindeki fırtınanın bıraktığı yıkıntıların etkisini anlamamak olanaksızdı.
Mayıs ayının gönül okşayan günlerinin güzelliğine karşın, yüzünde karakışın şiddeti vardı. Birkaç gün önce yağmur ve gök gürültüsü çöreklenmişti, Karadeniz’in, her mevsim yeşil olan dağlarına. Doğa harikası olan yemyeşil dağlar, bugün güneşle ne kadar güzel görünüyorsa, öğretmenimin odaya girişi o kadar karanlıktı. “İyi günler.” deyişi bile, iyi bir gün geçirmediğini haykırıyordu.
Ne olmuştu? Bu hale nasıl gelmişti?
Maçka’nın, merkeze en uzak köyünde, cehalete karşı savaşan genç öğretmenim, daha önce hiç görmediğim bir ruh hali içindeydi.
Elazığ’ın gakkoşu, bu kumral güzeli genç öğretmenimi, görev yaptığı yüksek dağ köyünde rahatsız eden mi olmuştu? Yok, yok. Böyle bir şeyi düşünmek bile istemiyordum.
Böyle bir yanlışlığa hayalimde yer vermeyi bile o insanlara hakaret sayarım.
Haftada bir gün arabası olan bu yayla köyünün insanları yoksuldur, ancak onurludurlar. Türk kültürünün değerleriyle, yayla havasının mertlik çizgisinde, Anadolu insanının erdemiyle yaşantılarını sürdürürler.
Köy, Maçka’nın, bazı ilçelerle sınır oluşturduğu bir bölgede kurulmuş, yayla köyüdür. Köylüler, haftada bir gün; Maçka’da, çarşamba günleri kurulan pazar için çarşıya inerler. Hayvancılığın en önemli geçim kaynağı olduğu köyde, merkeze olan uzaklığın doğurduğu yalnızlığın kaynaşmışlığı yaşanır.
Kışın, 25–30 aileyi geçmeyen köy nüfusu, yayla mevsiminin gelmesiyle küçük bir belde halini alır. Yazı karşılayan insanların güler yüzü gibidir dağlar; şendir, şenliklidir.
O insanlar, sahil, iklimin dinginliğindeyken, bulutların konup göçtüğü yayla esintilerini yaşarlar. Yaz güneşinin yanığını yüzlerinde, kış ayazının soğuğunu yüreklerinde hissederler. Solgun güneş yanığı yüzlerinde, yaşantının güçlüklerini taşıyan çizgilerin derinliği vardır. Coğrafyanın türlü cilvelerine karşın, içlerinde insan olmanın güzelliğini taşırlar.
Anadolu’da merkezden uzak her köyde olduğu gibi okul, bu köyde de devletin halka açılan kapısıdır. Okulun, bir tarafı devlet, öteki tarafı bilgiye açılan kapıdır. Okul, adam olmanın, cehaletten, kurtulmanın kapısı; aydınlığa atılan ilk adımdır. Bilenle, bilmeyenin buluştuğu okul, dalgalanan bayrağıyla devletin köye gelen güler yüzüdür.
Bu nedenle, öğretmen yaşantının danışma merkezidir. Bilendir. Işıktır. Belki de, halkın sevgisi, öğretmenin bilge olan yönüyle, devletin gülen yüzünün bir paydada birleşmesindendir. Bundan dolayı mıdır bilinmez, öğretmenimin çarşıya inmediği haftalarda, onun haftalık Pazar alış verişlerini yaparlar; kışın, yolların kapanmasıyla, onun yalnızlığını paylaşırlardı.
Öyleyse ne olmuştu? Düşüncelerimin anlık değişimleri arasında hem merakım, hem de - olumsuzluk adına düşündüklerimden birisinin gerçekleşme olasılığına karşı- öfkem artıyordu.
Sormaya cesaret edemiyordum. Söze, nerden ve nasıl başlayacağımı bilmeden bir süre baktım yüzüne.
Aklımın bilgi ağları arasında çıkış noktası arıyordum. Üç yıldan beri bu dağ köyünde tek başına görev yapan öğretmenim, bir müdürden öte sayarak; belki bir ağabeyi, belki bir sırdaşı görerek sorunlarını benimle paylaşıyordu.
Geçtiğimiz zaman dilimi içinde, psikolojik tedaviye ihtiyaç duyduğunu biliyordum. Öyle ki, tedaviyi bile mizahi bir anlatımla paylaşıyordu benimle.
O bir genç kızdı ve ilk olarak göreve başladığı bu köyde yalnızdı. Sevinçlerini, acılarını; paylaşmak istediği duygularını, her insan gibi yaşamak istemiş, ancak, “İnsanlar ne der?” sorusuyla sıkışıp kalmıştı. Kurt ulumalarının ürküttüğü gecelerde, sığınacak bir dost elinin güvenli havası yerine, yalnızlığı yaşamıştı.
Yağmuru ve heyelanı bol bölgenin şimşek çakan yağmurlarında, hem de kalabalıklar içindeyken, hangimizde bir ürperti olmamıştır?
İçine atılmış korkuların, “Korkuyorum, beni buradan alın artık. Yetmedi mi görev aşkına çektiğim?” dercesine feryatlarının sessiz haykırışıydı bu gördüğü tedavi.
Beklenmeyen bir nöbet sonrası halleri miydi?
Annesinden ayrı kalmaya üzülüyor, aile çevresinden - ayrıntısını dile getirmediği- sorunlardan söz ediyordu. Yoksa ailesinden beklenmedik bir haber mi almıştı?
Düşüncelerimin beni bile korkuttuğu bu karmaşıklık dalgaları arasında, öğretmenimin gözlerinden yaşların süzülmeye başladığını gördüm. “Ağla öğretmenim.” diyebildim. Akan gözyaşlarında, yüreğinin kabaran duyguları akıyordu.
Onu rahatlatan tek dostu gözyaşlarıysa, rahat ağlamalıydı; kimseden utanmadan. Kalktım, herkese, her zaman açık duran kapımı kapattım. Sessizce yerime oturdum.
Bir eziklik yaşıyordum. Herkese açamadığım, her yerde söylenemeyecek bir eziklik. Tedavi gördüğü günlerde, doktordan dönüşte uğramıştı yanıma. Durumu bildiğim için, o anlatmadan, ben sormuyordum.
Çayını yudumlarken, Şırnak’a çıkan atamasından dolayı mıdır, tedavinin ya da ilaçların etkisinden midir bilemem, yüzünde bir rahatlama belirmişti. Üç yıla yakın bir zamandır görev yaptığı köye ve köyde yalnız geçen yaşantısına da tam alışmaya başlayıp, öğretmenliğin ne olduğunu kavradığını gösteren sözler dökülüyordu, dilinden.
“Zavallı yavrucaklar, yerime bir öğretmen atanıncaya kadar yine öğretmensiz kalacaklar.”
“Öğretmenim, için rahat olsun. Sen, sorumluluğunu bilen, her Türk gencinin yapması gerekeni yaptın. Anadolu’nun bir köyüne, hem de yalnız başına üç yılını verdin.”
“Müdürüm, bir sırrımı paylaşmak istiyorum. Sizinle ilk karşılaştığım gün, köyüme gitmiş, görev yapacağım köyümü görmüştüm. Kardeşim, aileme, köyün ilçeye uzak bir dağ köyü olduğunu telefonda anlattı. Yanımızda bulunan hemşerimiz ve kardeşim böyle bir yerde görev yapamayacağımı, Elazığ’a dönmem gerektiğini anlatıyorlardı. Anam ve babam da hemşerimizi telefonla arayıp, memlekete dönmem konusunda ısrar ettiklerini anlatıyorlardı. Tabii ki onlar da bana. Sıkışmıştım. Karasızlığa düşmekteydim, direncim kırılmaktaydı.
Sizin, o gün, orada yaptığınız konuşma inancımı tazeledi. İşte, hizmet zamanı gelmiştir. Buradan geriye dönüş olmaz. Sen yanmazsan, ben yanmazsam nasıl çıkarız aydınlığa, diyordu ya şair, gerçekten, o an bunu fark ettim.
Vatan için can veren şehitlerin; kanını, vücudunun bir parçasını cephede bırakan gazilerimizin yaptıkları yanında benim yapacaklarımın; yalnızlığımın sözü mü olurdu? Kararımı o an verdim. Kalacaktım.”
O sustuğunda, omuzlarıma ağır bir yük aldığımı anladım. Bugün, karşımda duran insanın kâbuslar içinde yaşadıklarının altında eziliyordum.
Yolun kardan kapalı olduğu zamanlarda, dizlerine kadar kar içinde köyden indiği günlerde bile yaşama tutunmanın, zorluğa; yokluğa direnmenin bile silemediği gülümseme bu gün yoktu yüzünde. Böyle hayat dolu gözlerdeki ışığın sönmesinde pay sahibiydim. Çaresizliğin belimi büken acısını yaşıyordum.
2003 yılının eylül ayına ayak bastığımı anımsadım. Maçka’nın Coşandere ve Hamsiköy vadilerinden gelerek Maçka merkezinde birleşen dere kenarında öğle yemeği sonrasında okul müdürleri ve öğretmenlerle çaylarımızı yudumluyorduk.
Elimizde tavşankanı çaylar, dilimizde eğitim ve sorunlar vardı.
“İşte, Milli Eğitim Şube Müdürü, şimdi ne soracaksan ona sor.” diyen sesin geldiği yöne baktım, ilk kez gördüğüm bir genç bayan ve yaşça biraz küçük olduğunu anladığım bir genç bay vardı. Sözün sahibi Maçkalı bir velimizdi.
“Hayırdır?” dedim. “ Müdür bey, bu hanım kız ilçemize öğretmen olarak atanmış. Kardeşi ve hemşerisi ile görev yapacağı köyü görmüşler. Kardeşi ve hemşerisi, köyü ailesine öyle anlatmış ki, ailesi onun göreve başlamasını istemiyormuş.” diyordu.
“Otur öğretmenim.” dedim. Oturdu. Adının Şube müdürü olarak tanımlandığı bu ak saçlı adam kimdi; ne diyecekti, dercesine, sorgulayan gözlerle bakıyordu.
Önce adını, branşını sordum. Hangi okula atandığını, nereden geldiğini, görev yapacağı köye ne zaman gidip geldiğini sordum.
Sözcükler dilinden tane tane dökülüyor, her hecesinde “Ben, aileme karşın görevimi yapmak istiyorum.” dercesine konuşuyordu.
O konuştukça, ona inancım artıyordu. Yüreği genç olmayan bir kısım gençlerimizin “torpil” sokaklarında siyasilerin peşinde dolaştığı ülkemde, görev yapma uğruna ailesine direnmeyi göze almış bir genç kız! Konuşunca mangalda kül bırakmayan politikacılarımızın, eşitlik ve hukuktan dem vuranların vatanseverliği karşısında, yolun başında eğitim aşkı içinde bir öğretmen.
Atalarımız ne güzel demiş: Bin adıma da bir adımla başlanır. “Yasalar bir kez delinmekle bir şey olmaz” diyenlerle, kendisi için bir şey istemeyenlerin çoğaldığı ülkemde, yüreği mangal gibi bir genç kız; hem de birçok erkeğimizin -delikanlılık adına bile olsa-gitmek istemeyeceği mesafede bir köye gitmeye istekli öğretmen vardı karşımda.
İkinci çaylar geldiğinde anladığım kadarıyla, genç öğretmenim, ailesi dışında birinin, ona, dönmekle dönmemek arasında sıkışan düşüncelerine yön vermesini bekliyordu.
“Bak hanım kız; atandığın köyün çarşambadan çarşambaya, haftada bir gün arabası vardır. Buradan köyüne 2 saati aşkın bir sürede gidersin. Orada 25 civarında öğrencin seni bekliyor olacak. İlk günler zor geçse de alışacaksın. Çünkü anladığım kadarıyla yüreğindeki öğretme aşkı, ta ÖSS tercihlerini yaparken, “sınıf öğretmenliği”ni seçmekle yanmaya başlamış.
15 yıl sıralarda öğrenci oldun. Kimi zaman gördüğün güzelliklerin heveslendirmesi, kimi zaman da yaşadığın acıların kamçılaması ardından, “Bir gün öğretmen olacağım. Karanlıkları aydınlatacağım. Anadolu insanının hak ettiği yerlerde olması için payıma düşeni yaparken bilgimi, sevgimi, vatan; bayrak; birlik; bütünlük içinde bir ülke için harcayacağım.” dediğin günler olmuştur. O günler geldi ve sen karar vereceksin. Ya, “İdeallerim, onurum, yaşamak istediğim ülke…” deyip göreve gideceksin, ya da “Birilerinin keyfettiği ortamda, ben neden dağlarda dolaşayım?” deyip, baba evine döneceksin.”
Bir an, anılarına; öğrencilik günlerine döndüğünü hissettim. Kim bilir, cıvıl cıvıl yaşadığı öğrencilik günlerinde nasıl bir öğretmenlik hayal etmişti? Derslerin arasında yaşanan kantin sohbetleri ardından; konserlerin, türlü eğlencelerin, gençlik ruhuna uygun coşkunlukların arkasından şimdi, sorumluluk zamanıydı. Dünkü öğrenci, bu gün öğretmendi.
“Göreve gidersen, ülkenin sana verdiklerine karşılık, vatandaş olma borcunu ödeyeceksin. Onuruyla, ayakları üstünde durmaya çalışan insanın gururunu yaşayacaksın. Gitmezsen, ideallerine kendi de inanmayan insanların düştüğü kararsızlıklara düşeceksin.”
Ben konuştukça, onun gözlerinin içi gülüyordu. Kendine olan güveni artıyor, “İşte, beklenen an; o an.” dercesine, sözlerimi onayladığını gösteriyordu.
Anıların, bu iz bırakan köşesinden, öğretmenimin titreyen sesi ile sıyrıldım: “Çok korktum.” diyordu. Elindeki kâğıt mendil epeyce ıslanmış, ağladıkça açılmaya, konuşmaya başlamıştı. “Yandılar.” diyordu, ağlamaklı sesle. Neydi, kimdi yananlar?
Bir öğretmenin ağzından bu sözü duymak, - hem de böyle bir anda duymak- bana Ağrı’nın dağ köyünde iki yıl önce yaşanan felaketi çağrıştırdı.
Hani, izlenme oranlarını yükseltmek için, her türlü çılgınlığa açık olan televizyon kanallarımızın, böylesine ciddi konuları 30–40 saniyelik süreye sığdırıp geçiştirdiği gibi bir haberdi. Yanan sobaya, yanlışlıkla benzin döküp, yangın çıkmasına neden olan öğrencilerini, yangından kurtarmak isterken yanan, iki fidanımızın ölümüne neden olan yangın…
İki öğretmenin böyle bir yangında ölmesi haberi, Magazin haberlerinin arasına sıkıştırılacak kadar önemsizdi. Onlar manken olsaydı, kırılan tırnakları için 10 dakika yorum yapılırdı. Futbolcu olsalardı, ayrıldıkları günübirlik sevgilileriyle ayrılma nedeni üzerine uzman kişilere mikrofon uzatılır, görüşleri alınırdı. Sinemanın ya da sosyetenin bireyi olup, kedi veya köpeklerinin maması için gümrük alınmaya başlanmış olsaydı, izleyenlerin vay haline…
Onlar öğretmendi. Onlar, karanlıkları aydınlatma kararlılığında olan eğitimcilerdi. Haber olacak nesi vardı(!)
Öğretmenim,“Yıldırımın elektrik hatlarına düşmesiyle, her şey bir anda oldu, “Bomba mı atıldı, nedir bu patlama?” diye korku içinde yerimden kalkmaya çalışırken, yolumu aydınlatan ışığın, aralıksız çakan şimşeklerden kaynaklandığını anladım.” diyor, titreyerek anlatıyordu.
Son duyduklarımdan sonra, içimde, üzüntüyle karışık bir rahatlama olmuştu. Duymak istemediğim kötülüklerin, olmamış olması iyi bir haberdi. Üzüntüm, korku anında yalnız başına kalan, korkusunu paylaşamamış bir insanın halini düşünmekten ileri geliyordu.
“Geçti öğretmenim, korku anların geride kaldı. Derin bir nefes al, kendini topla. Güçlü olmalısın. Sende gördüğümüz inancın, bir şimşek çakması gibi geçici olmadığını göstermelisin.” …gibi sözlerle rahatlatmaya çalıştığım öğretmenimin, duygusal bir yıkıntı dönemi geçirdiğini görüyordum.
“Çamaşır makinem, bilgisayarım, televizyonum, uydu alıcısı, hepsi yandı. Hem de birer patlama sesi; anlatamam. Patlamalar peş peşe geldikçe ben, duvar dibine çökmüş bir halde başıma gelecekleri kestirmeye, içinde bulunduğum durumdan çıkış yolu bulmaya; ne yapmam gerektiğini anlamaya çalışıyordum.” Cümleler, gecenin şiddetini yansıtırcasına art arda diziliyor, sanki o anı yaşıyormuşçasına bir ruh haliyle anlatıyordu.
Artık konuşuyordu. Geceleyin paylaşmak isteyip de yalnızlığın, kimsesizliğin çaresizliğiyle kapıldığı korkularını benimle paylaşıyordu. Konuştukça rahatladığını görüyordum.
O, yalnızca şimşeklerin gürültüsünden mi korkmuştu? Patlamalardan dolayı, çıkabilecek yangının korkusu muydu? Görev uğruna, ailesinden uzakta; yaban ellerde, ecelle tanışmanın zamansızlığı mıydı, onu korkutan?
Yalnızlık, karanlık, dinmeyen şimşeklerin yağmur damlalarıyla çizdiği dumanlı dağ manzarası… Görünmeyen sabah ışığı ve geçmek bilmeyen zaman… Korkunun katmerlenip, direncin zayıfladığı anlardı.
Evimizin ışıklı ortamında bile, yalnızlığın sesleriyle içimize dolan ürpertilerden, irkilmeyenimiz yok gibidir. Hele en yakın komşuya 300 metre kadar uzaktayken, dört milimetrelik camları bulunan, doğramaları eskimiş, korunakları olmayan pencerelerin ardında olduğunu bilmek… Bir omuz darbesiyle yıkılacak kadar dayanıksız kapının, böyle bir gecede güvensizliğinin korkusunu yüreğinde duymak. Yalnız yaşadığı lojmanda, sesini kimselere duyuramadığını bilmek… Yalnızlık, karanlık ve korkunun kulakları tırmalayan korkunç çınlamaları… Çıkmazların kollarını açtığı korkunç dolambaç…
“Dışarı çıkmayı düşündüm. Dışarıda beni nelerin beklediğini bilememek, korkularımı artırıyordu. İmamın hanımıyla iyi arkadaştık. Evde olsalardı, gecenin bu saatinde rahatsız etmekten çekinmezdim. Eski muhtarın evine gitmeye korkuyordum. Yolu uzak ve engebeliydi.”
Karadeniz köylerinin dağınık yerleşim özelliği, tipik bir Karadeniz köyü olan bu köyde de kendini göstermektedir. Okul ve cami birbirine yakın yapılmış, oysa evler uzaktaydı. 1960’larda, tek oda olarak, okula bitişik yapılan lojman, sığınağıydı onun. Öğretmenim, sesini duyuramamanın korkusunu mu yaşamıştı? O konuştukça, onu anlamaya çalışıyordum.
Aklından ölümün türlü hallerini geçirmiş. Karanlıkta, şimşek ışıklarının yağmur damlalarıyla çizdiği uhrevi havada, hayalinde yarattığı kokularla boğuşmasından söz ederken titriyordu. Korkan her insanın şoke olmuş haliyle yaratacağı dünyasında, aklından geçirebilecekleri duygu hallerinden doğan korkularını anlatıyordu.
Tek tesellim, konuştukça öğretmeninde rahatlama belirtilerinin artmasıydı. Hatta onun, daha rahat olmaya başladığını görüyordum.
İçtiği ıhlamurun bardağını usulca sehpaya bırakırken, titrek, ancak biraz duygusal ve bir an önce çıkmak isteyen bir sesle, “Bir sevk kâğıdı alabilir miyim?” dedi.
“Alınyazım böyle yazılmışsa, katlanmalıyım; çaresizliğime değil, yükümlülüklerime boyun eğmem gerek.” dercesine, bir teslimiyet vardı. Belki de İkimiz de aynı şeyleri düşünüyorduk: Doktora gidecek, alacağı ilaçların teskin edici haliyle geçici bir mutluluk yaşayacaktı.
“Öğretmenim” deyip, yutkundum. Aklıma gelen fikri söylemek için bir an durakladım. Zordu karar vermek, benim için. Bir tarafta eğitiminden sorumlu olduğumuz çocuklar, diğer tarafta korunmasız bir çocuk gibi makama sığınmış ve korkmuş bir öğretmen. Doğru kararlar, zor zamanlarda daha da önem taşıyordu. Bu nedenle doğru karar vermek için düşünüyordum.
Kararımı verdim. Önerimi yapacak, düşündüğümü söyleyecektim. Bu halde sınıfa girmesi, yarardan çok zarar verebilirdi. Bu zarar hem kendine hem de çocuklara olabilirdi. “ Sevk kâğıdını al, muayeneni ol, ancak sana da uygunsa 10 gün kadar rapor yazdır. Böylece istersen memlekete de gider, biraz hava değişimi yaşarsın.”
Daha sözüm bitmemişti ki, yüzüne kan geldiğini, gözlerinde, hüzün yerine umut parıltılarının ışıklı canlılığını gördüm. Bu sevinç kısa sürdü. Duraksadı, “Müdürümüz ne der?” diyerek, endişesini dile getirdi.
“Sevk kâğıdını alır, yanına gidersin. Durumu olduğu gibi anlatırsın. Müdürüm, senin çalışkanlığını, dürüstlüğünü bilir. Sana inanır, seni sever.” dediğimde, yeniden yüzüne kan gelmişti.
Memurumuza, iç hattan, öğretmenimiz için sevk kâğıdı yazmasını söyledim. Memurun yazacağı sevk kâğıdını beklemeye başladık. Sessizliğin, ikimizi de farklı dünyalara götürdüğü belli oluyordu. Anlatmak yerine yaşanması gereken duygulardı, benimki.
Adsız kahramanların, ülkem için yaptıklarına tanıklık etmenin doyumsuzluğu yanında, çaresizliğimin benliğimi kıvrandıran acılarını yaşıyordum. O bir gün ayrılacak, çektiği sıkıntıları da unutacaktı. Onun yerine aynı yalnızlığı kim bilir hangi adsız kahramanlar alacaktı. Ve ben yaşanan her sıkıntıyla bir defa daha sarsılacaktım.
Çocuklar, her ayrılığın ardından yeni bekleyişler yaşayacaklardı. “Öğretmen gelecek mi? Bizleri sevecek mi?” Veliler, dairemize sorular yağdıracak, “ Öğretmen vermeyecek misiniz? Daha ne kadar bekleyeceğiz?” Sorular, sorular… Ben, çaresizlik içinde, eğitimin bu kanayan yarası karşısında, velilerimize, yine umutlu sözler söyleyecektim.
Bu düşünceler arasında sevk kâğıdı gelmişti. Öğretmenim, sevk kâğıdıyla çıkarken yürümüyor, sanki koşuyordu. Bu yürüyüş, bir kaçış gibiydi. Korkulardan kaçış gibiydi. Yalnızlıktan kaçış gibiydi.
O, üç yıllık emeğini yılların ardına atmış olmanın ezikliğini yaşasa da korkuların ardından gelen hava değişimi düşüncesi ile moral bulmuştu.
Öğretmenimizin yeniden moralini bulmasının verdiği hazla dalmışım. Odamdan çıkan öğretmenim sağlık ocağına değil de, sanki Şırnak’a gidiyordu: “Git öğretmenim, yüreğin hak ettiğin mutlulukla dolsun. Sen, vatan denen yücelerde, aydınlık yarınların bedelini ödeyen adsız kahramanlar sayfasına adını yazdırdın.
İnançla, Mustafa Kemal’in ardına düşen atalarımız, canları; kanları pahasına bağımsızlık kazanıp devletimizi kurmuştu. Böyle bir milletin, çağdaş ulusların arasında layık olduğu yerde, hak ettiği biçimde yaşaması için yüreğini ortaya koyan öğretmenim, git. Umarım ki, acıların, aydınlığımızın bitmeyecek güzelliklerini hazırlar. Umarım ki birliğimizi, bütünlüğümüzü bölmek isteyenler, döktüğün gözyaşlarıyla yıkanırlar, girdikleri günahtan arınmak için.
Git öğretmenim. Odama girerken bıraktığın korku dolu gözler, Şırnak’ta, birliğimizin solmayan güzelliğini oluşturan Anadolu buketinin gülü olsun.
BİR CEVAP YAZ