CUMHURİYETE GİDEN YOLDA KİLOMETRE TAŞLARINA BASMAK
(HARF DEVRİMİ)
86. Yılını kutlamaya hazırlandığımız Cumhuriyetimiz için, nereden nereye geldiğimizi görmek için yakından uzağa çevreye; uzaktan yakına tarihe bakmaya çalıştım. Yanılmış olma payım da içinde olmak kaydıyla hem kazandıklarımız olduğunu hem de kaybettiklerimiz olduğunu gördüm.
600 yıllık Osmanlı, işgalin ardından dağılma sürecini tamamlamış, Kurtuluş Savaşı’nın başarıya ulaşması ardından tarihteki yerini tamamlamıştı.
Bize bıraktığı en büyük miraslardan biri nüfusunun yaklaşık %85 eğitimsiz ve okuma yazma bilmeyen halk; okullarla donatılamamış köyler, yol, su ve haberleşme sorunu yaşayan Anadolu gerçeği…
Cepheden cepheye Mehmetleri topladığı için, ticaret Ermeni, Rum, Yahudi tebaanın elinde, Türkler onların yanında işçi. Ya da başka bir deyişle ekonomik güç azınlıkların elinde, Türk tarlada tarım ve hayvancılıkta.
Düyun-i Umumiden kalan borçlar, teknoloji eskisi kalmış küçük ölçekli iş yerleri; yaygınlaştırılmamış demir yolu ağı.
İzmir’e zafer havasında adım atan Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk, “Asıl savaş bundan sonra başlıyor: Geriliğe ve cehalete karşı savaş.” diyerek, vatanı düşmandan temizlemekle işin bitmediğini; çağdaşlarımızın ulaştığı düzeye ulaşamazsak, bir gün yine kara bulutların yurdumuz üzerinde dolaşacağıydı, vurgulamak istediği.
Şimdi bir yazı zinciri halinde Cumhuriyetin getirdiklerine bakalım. Mustafa Kemal, tam bağımsız bir devlet isterken, ekonomik; siyasi ve askeri bağımsızlıktan söz ediyor, dışa bağımlılıktan kurtulmak istiyordu. Bu yazı zincirinde, yapılan devrimleri, yaşantımıza yansıyan yanlarını ve devlet adamlığını konu alan bölümler olacak. İlk olarak, dil:
İlk olarak İzmir İktisat Kongresi’ni toplayan Mustafa Kemal, köhnemiş kurumların yerini çağdaş devlete yakışır kurumlarla donatmaya çalışırken, bir yandan da alfabe üzerinde çalışıyordu.
Okuması ve yazması kolay Latin yazısından, Türkçenin karakterine uygun bir harf sistemi oluşturmaktı amacı. Bugün bazı kesimler, “özümüzden uzaklaştırıldık.” demek için LATİN alfabesi dese de bu yazı sistemi, Latin asıllı Türk alfabesi olarak adlandırılırsa doğru terimi bulmuş oluruz.
Özümüzden uzaklaştırıldık derken de hangi özden olduğunu düşünmek gerekir. Türk ulusu olarak, Gök-Türk ve Uygur milli yazı sistemini kullanmışız. Bundan sonra, Fars, Arap, Kiril yazı sistemleri, Türk dil bahçesinde gördüğümüz yazı sistemleri olmuştur. Öyleyse hangisi özümüzdü?
Milli bir devlet olmak üzere temelleri atılmış devletimizin, yazı sisteminde de özgünlük olduğunu görmekteyiz. Biz, (ş) yazarken, Latin yazı sisteminde, bu ses (sh) ile gösterilir. Biz (f) yazarken, Latin yazı sisteminde, bu ses (ph) ile gösterilir. Biz (ç) yazarken, Latin yazı sisteminde, bu ses (ch) ile gösterilir. Bizde olan (ğ) sesi batılı yazı sistemlerinde; onlardaki (q,x,w)sesleri bizde yoktur. Kısacası, kökeni başka bir yazı sisteminden alınsa da işleyişi bize uygun bir yazı sistemidir.
Bu değişikliğe “Bir gecede okuma yazma oranı %0 oldu, bu mu ilerlemek?” diye fikir yürütenler, 600 yıllık Osmanlı’daki %13/14’lük bir oranın yerine, geride kalan 85 yılda okuma yazma oranının %95’lere çıktığını görmezler. Doğal bir fizik kanunudur; sıçramak için dibe vurmak.
Cumhuriyet, kul olan insanımıza, “yurttaş, vatandaş, insan” olma hakkını sunarken bu hakkı eğitimle aydınlanan beyinlerin daha doğru ve yerinde kullanabilmesi için eğitim ışığıyla onların iç dünyalarını ve yollarını aydınlatmak istemiştir.
(DEVLETÇİLİK)
Eskiyi savunmak kadar, eskiyle avunmak da abestir. Eskiden ders almamak; eskinin doğrularından yararlanıp, yanlışlarından yararlanıp, doğruyu görmeye çalışmamak da en az eskiyi savunmak kadar abestir.
Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte eğitimde başlatılan yeniliklere, ekonomideki gelişmeler de eklenmişti. Tek çözüm yolu, halkın iş gücünün üretime dönüşmesini sağlamaktı. Fakat 86 yıl önce ilan edilen Cumhuriyet’in pek parlak durumu da yoktu.
Para yok, teknoloji yok, araç gereç yok ya da bütün bunlar yok denecek kadar azdı. İstanbul, İzmir, Ankara gibi büyük merkezlerde birkaç zenginin konağında ve/veya işyerinde; illerde ve ilçelerde hükümet konaklarında bulunan telefonlardan başka, eski teknoloji eseri telgrafla haberleşmenin dışında başka bir iletişim aracı yoktu.
Radyo, Cumhuriyet’in ilanından çok sonra gelse de, her yerde bulunmayan; gazete, her ilçeye ulaşmayan bir haberleşme aracıydı.
Cumhuriyetin ilan edildiği yıllarda, gaz lambalarının şişesini bile dışarıdan aldığımız bir dönemde, Anadolu’nun, geri kalmışlığı nasıl yenilecek, kalkınma nasıl başlatılacaktı?
Treni, arabayı bırakın, atların dahi güç gittiği Ağrı’nın, Van’ın, Hakkâri’nin, Siirt’in, Kars’ın köylerine devletin varlığı, ekonominin refahı nasıl ulaşacaktı?
1930’lu yıllarda, Malatya’dan askerlik için Trabzon’a gelecek bir gencin, 10 gün kadar bir süre içinde önce İstanbul’a gitmesi, oradan 10 gün kadar sürecek deniz yolculuğuyla Trabzon’a gelmesi gerekiyordu. Ulaşımın bu kadar kolay (!) olduğu bir dönemde, Anadolu kalkınmalıydı. Ancak, kim nasıl yapacaktı bu atılımı?
Bugünkü adıyla holdingleşmiş sanayicilerin olmadığı, dönemin fabrika olarak adlandırılan sanayi kuruluşlarının da bugünün, orta ölçekli işyeri olmaktan ileri gitmeyecek tesisler olduğu, Anadolu’nun o dönem gerçeklerinden biriydi
Aydın oldukları şüphesiz(!) bazı köşe yazarlarınca ve o yazarlar yanı sıra, siyasi yaşantımız içinde yar almış kimlik sahiplerince, çöktü denilen ve Atatürkçülük ilkeleri arasında yer alan, DEVLETÇİLİK modeli ile yapılacaktı bu kalkınma.
Anadolu’nun, bunca yokluğu içinde nesi vardı? Nerden başlanmalıydı? İlk adım ne olmalı, nereye atılmalıydı?
Hayvancılık değerlendirilmeli, köylünün emeği; alın teri ona refah ve çağdaş yaşam getirecek kazanca dönüşmeliydi. Et, süt ve süt ürünleri, dericilik geliştirilmeliydi. Başta pamuk olmak üzere sanayiye yönelik tarım ürünleri, üretiminden sanayiye ulaşmasına kadar geçen süreç doğru ve amacına uygun olarak işlemeliydi.
Ulaşım ağları kara ve demiryolu başta olmak üzere, ulaşımın bütün hatlarında istenilen gelişme sağlanmalıydı.
Basın, yayın ve iletişim alanlarında çağdaşlarımızın çizgisinde olmalıydık. Sanayimiz kalkınmamızın öncülüğünü üstlenmeliydi.
Anadolu’nun her köşesine yol, su, okul gitmeliydi. Kültürel gelişme, sanatsal kalkınma sağlanmalıydı. Halkımız, çağdaş değerlerin nimetlerinden yararlanmalıydı. Tiyatro, sinema, edebiyat, gazetecilik gibi alanlarda atılacak her adım, aydınlanmış Anadolu’nun adımları olacaktı.
Yılların savaş yorgunu, yoksul Anadolu halkının bütün bunları gerçekleştirme gücü; yetişmiş kalifiye elemanı; bilgi birikimi yoktu.
Bütün bunlar için devlet öncü olmalıydı. Mustafa Kemal’in ilkeleri arasında yer alan devletçilik öncülük edecekti.
Bu devletçilik anlayışı, girişimci sanayicinin önünü kesmek için oluşturulmuş bir sistem değil, sanayicinin nefesinin yetmediği; elinin uzanmadığı yerde devlet olmanın sorumluluğu ile kalkınma adımlarını Anadolu’nun en ücra köşelerine götürmekti.
Sümerbank olmaktı; Devlet Demir Yolları olmaktı; Tekel olmaktı; Süt Endüstrisi Kurumu olmaktı.
Halk üretecek, biri taşıyacak, biri dokuyacak, biri satacaktı. Devlet, usta olacak; örnek olacak, çıraklar yetiştirecekti. Sanayiciye örnek, üreticiye destek, ekonomide lokomotif olacaktı.
Bilgisayar ekranından alışverişin yapıldığı günümüzde elbette devlet 86 yıl önceki gibi ticaret adamı gibi hareket edemezdi. Devlet, bireysel ve şirket atılımlarına destek olan rekabet ortamını düzenleyerek ticareti işin oyuncularına bırakacaktı.
30 yıldır boğuştuğumuz terör karşısında yüzlerce defa yürürlüğe konan Güneydoğu Teşvik Paketleri her defasında, bölgedeki “ağa” kimliklilerin elinde havaya uçmuş para olarak karşımıza çıkıyordu.
Vergi indirimleri, iş gücü istihdam paketleri de bekleneni vermekten uzaktaydı. Neden Devletçilik modeli bölge için düşünülmedi? Sanayici, terör belasından korkuyor, bölgeye gidemiyorsa, devlet kurabilirdi yatırım ağını. Sokaktan, işsizlikten çekebilirdi bölgenin gençlerini. Başta İstanbul, Mersin, Ege sahillerine yığılan göç yollarının önüne geçilmiş olurdu. Ekonomik doygunluk, sanat, spor, kültürel arayışları doğuracaktır. İlgi duyulan alanlar değişecek, sohbetler yenidünyalara açılacaktı.
Ders almak isteyen aldığı nefese baksın. Yaşantısını sürdüren insan, farkında olmasa da nefes almak onun için çok önemlidir; ta ki nefesi tıkandığında fark edinceye kadar.
(LİDER-HALK)*
Ölümünden bir iki yıl öncesindedir. Mevsim tarlaların sürülme/ekilme zamanıdır. Mustafa Kemal Dolmabahçe Sarayında, çevresinde gittikçe daralan protokol ve güvenlik önlemlerinden bunalmıştır.
Güvenlik duvarının gittikçe kalınlaşması, halkla arasına mesafe koymuş olması, O Büyük Devlet Adamını sıkıntıya sürüklemiştir. Canı sıkılmaktadır.
Bir gün yakın arkadaşı Nuri CONKER’in boy ve beden yapısının kendisine benzemesinden yararlanarak bir kaçış planı hazırlar. Yaverine, Nuri CONKER’in gideceğini, bu nedenle araba çağırmasını söyler.
Nuri CONKER’e planını anlatır. Biraz sonra, yaveri arabanın geldiğini haber verir. Nuri CONKER’i uğurlamak üzere kapıya doğru yürürlerken, Mutafa Kemal, -belki de kitaplıkta bulamayacağı – bir kitabı arayıp, çalışma masasına bırakmasını söyleyerek yaverini yanlarından uzaklaştırır.
Yalnız kalınca, Nuri CONKER’den ceketini ve şapkasını vermesini ister. Ceket ve şapkayı giyen Mustafa Kemal, arabaya koşar adımla biner. Nuri CONKER, peşinden gelir ve şoföre, “Hadi, gidelim.” der.
Sarıyer sırtlarına doğru giderken, Nuri CONKER’e, nereye gitse, korumalar; sıkı güvenlik önlemleri; halkla arasındaki mesafeler olduğunu dile getirerek, sıkıntılarını paylaşır.
Bu sırada yol kenarındaki tarlada gördüğü manzara karşısında arabayı durdurarak, bir tek öküzle çift sürmeye çalışan vatandaşın yanına gider.
Yorgun vatandaş, yanına yanaşan şık giyimli iki yabancıya dikkatle bakar ve onların gelmesini beklerken de dinlenmeye çalışır.
Mustafa Kemal, selam verdikten sonra, adını sorar. Adının Halil olduğunu öğrendiği köylünün durumu hoşuna gitmez. Soruları peş peşe sıralamaya başlar.
M. Kemal: Halil Efendi, iki öküzle çift sürülmez mi, neden tek öküzle çift sürüyorsun? H. Efendi: Geçen hıdrellezde öküzün birini vergi diye aldılar beyim.
M. Kemal: Muhtara deseydin.
H. Efendi: Muhtar işin başındaydı beyim.
M. Kemal: Kaymakama gitseydin sen de.
H. Efendi: Beyim onun haberi olmadan kuş uçmaz.
M. Kemal: Vali diye biri var şehrin başında, ona gitseydin.
H. Efendi: Beyim sen benle kafa mı buluyon? Vali kim, biz kim?
M. Kemal: İsmet Paşa derler, Dolmabahçe’de bulunan Mustafa Kemal’in yanına gelir gider, çıksaydın yoluna, anlatsaydın derdini.
H. Efendi: Bırak şu sağırı beyim.
Mustafa Kemal, cebinden çıkardığı tabakadaki hazır sigaralardan bir tane ikram eder. Halil Efendi ile karşılıklı tüttürmeye başlarken, son sorusunu da sorar: Mustafa Kemal derler, koca yazı Dolmabahçe’de geçirdi. Gitseydin, anlatsaydın derdini.
Halil Efendi, alaya alındığından emin bir tavırla, “Get beyim Allah aşkına. Sen benle kafa mı buluyon? Paşamızı görmek için Peygamber gücü gerek. Bizi yanaştırırlar mı hiç?”
Mustafa Kemal gördüğü manzara, duyduğu sözler karşısında ülkede bazı işlerin doğru gitmediğini anlar, Halil Efendi’ye teşekkür edip, vedalaşarak ayrılır.
Yol boyu Nuri CONKER’e emirler yağdırarak Dolmabahçe sarayına dönerler. Başbakan İsmet İNÖNÜ, İlgili Bakanlar, İstanbul Milletvekilleri, İstanbul Valisi, Sarıyer Kaymakamı ertesi gün akşam Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in sofrasına çağrılırlar.
Protokol düzeninin değiştiği bir masada yukarıda saydığım makam sahipleri toplanırlar. Başköşede, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in sağ tarafında boş bir koltuğun olduğunu görenler, merak içinde birbirlerine bakarken, fısıltı halinde birbirlerine, “Başbakan buradayken boş koltuğa kim oturacak acaba?” diye meraklarını dile getirirler. Masadakiler adına merak giderme görevini üstlenen Başbakan İsmet İNÖNÜ, Atatürk’e sorar; “Paşam kimdir bu gecenin onur konuğu?” Atatürk, tebessümle, “Biraz sonra efendimiz gelecek.” der.
Nuri CONKER, Sarıyer sırtlarında tanıştıkları Halil Efendi’yi, akşamki sofraya getirmek üzere, Halil Efendi’nin evine gitmiştir.
Halil Efendi, dün konuştuğu; hatta patavatsızca konuştuğu kişinin Mustafa Kemal olduğunu öğrendiğinden beri, Nuri CONKER’e, kendisini bırakmasını; nasıl bir hata işlediğini, Paşa’nın yüzüne nasıl bakacağını anlatadursun, Nuri CONKER, ona, “Bak Halil Efendi, Kemal Paşa seni, doğru ve mert konuşmandan dolayı sevdi. Sana kızdığı için değil, sohbetinde dobra dobra olmanı, derdini sözü dolandırmadan anlatmanı sevdiği için, bu akşam sofrasında seni görmek istiyor. Seni o sofraya götürme görevi bana verildi, seni zorla götürmek sana ayıp olur; sofrasına davet ettiği halde gitmezsen Paşa’ya ayıp olur. Seni götüremezsem, Paşa’ya, bana verdiği görevi yapamadığımı nasıl açıklarım?” diyerek, ikna eder.
Halil Efendi, yol boyu ahlanır vahlanır: Dilim kopsaydı da demeseydim, Gazi Paşa’m şimdi dilimi kestirse yeridir. Vatanı düşmandan temizlemiş Paşa’ma helal olsun, bir öküz nedir ki?
Her seferinde Nuri CONKER, teselli ederek, korkulacak bir şey olmadığını, mutlu olması gerektiğini anlatsa da Saray’a yaklaştıkça Halil Efendi’nin hem heyecanlanması hem de ahlanıp vahlanması artar.
Sofra başında oturan Mustafa Kemal’e, fısıltı halinde Nuri CONKER ve beklenen misafirin geldiği haberi verilir.
Atatürk, “İçeri alın.” der. Ayağa kalkar, masada bulunanlar da Atatürk’le birlikte kalkar. Mustafa Kemal, kapıya yönelir. Mahcup, sıkılgan, ürkek tavırlarıyla içeri girmek istemeyen Halil Efendi’yi sıcak bir gülümseme ile karşılar: Hoş geldin Halil Efendi.
Atatürk’ün eline sarılarak öpmek isteyen, öpmek isterken af dileyen Halil Efendi’ye, “Halil Efendi, sen buraya el etek öpmeye değil, kurulmuş şu sofrada, başköşeye oturmaya geldin.” der.
Masadakilere dönen Mustafa Kemal, “İşte beklenen onur konuğumuz, işte efendimiz.” der. “Herkes kimdir bu adam? Neyin nesidir?” tarzı meraklı bakışlarla Halil Efendi’yi süzerlerken, Halil Efendi, “Paşa’m, ben bir kusur ettim. Elini öpeyim, ayağını öpeyim, dilim tutulsaydı da yedi düveli dize getirmiş Paşa’ma demeseydim.”
Masadakiler, şaşkınlık içinde birbirlerine bakarlar. Ortada gelişen durumu izleyen, başta Başbakan olmak üzere masadakiler, gerçekten Mustafa Kemal’in yanında ayrılan koltuğa davet edilen Halil Efendi’yi süzerler.
Halil Efendi, yalvar yakar affedilmesini, sözlerinin bir anlık kızgınlıktan kaynaklandığını anlatırken, Mustafa Kemal, ortada bir suç, yanlış anlaşılmayı gerektirecek bir durum olmadığını, bu akşamın onur konuğu olduğunu anlatmaya çalışır.
Atatürk’ün ısrarı üzerine sofraya bir sığıntı gibi oturan Halil Efendi, masadakilerin bakışlarından da rahatsız olur. “Paşam, çoluk çocuk merak eder bırak da gideyim. Ben bir hata ettim, koca Paşa’mın sofrasında oturmak kim, ben kimim?” deyince, Atatürk ona, “Halil Efendi, sohbetini; mertliğini sevdim. Şimdi, seninle gündüz yaptığımız söyleşimizi, bu beylerin de önünde tekrar edersen, buradan bir öküz kazanarak gideceksin; tarlanı tek öküzle sürmekten kurtulacaksın.” der.
Halil Efendi, kızarır, utanır, sıkılır ve “Paşam, devletime feda olsun. Dilim tutulsaydı da dememiş olsaydım.
Atatürk soruları sordukça Halil Efendi kıvranır, konuşmak istemese de Atatürk’ün sıkıştırması ile Sarıyer sırtlarında söylediklerini tekrar eder.
Sıra, Başbakan İsmet İNÖNÜ’ye gelince, “Beğim, dilimi kes diyemem.” deyince, Atatürk, Nuri CONKER’e döner sen söyle Nuri.” der.
Nuri CONKER, Halil Efendi’nin söylediği sözü, Başbakan’ın yüzüne karşı söylemekten çekinerek, “Paşam Sen de bütün zor işleri bana yüklüyorsun.” diyerek söylemeye yanaşmasa da Atatürk’ün yinelemesiyle, Halil Efendi’nin sözünü söyler: Bırak şu sağırı Allah aşkına.
Atatürk, “Halil Efendi sıra geldi son soruya. Bunu da dile getirdin mi öküzü hak ettin.” der.
Halil Efendi, “Paşam sen yedi düveli dize getirdin. Sen devletimizi, düzenimizi yeniden kurdun. Bunca işin arasında benim öküzümün lafı mı olur? Devletime feda olsun.” der
Atatürk, “Hali Ağa, Halil Ağa, Erkek adam sözünden dönmez. Ben seni mert bilirdim. Yakıştı mı bu sana, işte son soru: Mustafa Kemal derler, koca yazı Dolmabahçe’de geçirdi. Gitseydin, anlatsaydın derdini.
Halil Efendi, ne kadar kıvransa da Atatürk’ün ısrarları karşısında son sözünü de söyler. Boynu bükülmüş, bütün mahcup haliyle oturduğu yere yığılıp kalmıştır sanki.
Atatürk, “Halil Efendi, işte bu gördüğün koca koca adamlar devletin yönetiminden sorumludur. Kanun dedin mi getirirler İtalya’dan; İsviçre’den, çevirirler Türkçeye kaldırırlar parmaklarını, Meclis’ten kanun diye çıkarırlar. Bilmezler, Halil Efendi’nin öküzü alınırmış; çift süremediği için verim düşermiş, bunun ne önemi var. Bilmezler.
Sen de öküzün alınmış, ekinin yarıda kalmış; kızarsın devlete. Bunlar da eyyamcı oldular, devleti kurdular ya, halkı unuttular diye, başta Atatürk olacak biçimde kızarsın.
Şimdi sen yerimde olsan Halil Ağa, şu beylerle iki kadeh içerek bu sorunları konuşmak istemez misin? Çok mu görürsün iki kadehi Halil Ağa?” der.
Halil Efendi’nin gözleri yaşarır, Atatürk’ün eline sarılır. “Paşam, feda olsun. Sen ki yedi düvele dar ettin dünyayı, sen iyisini bilirsin. Allah seni başımızdan eksik etmesin. Devletime bir öküz değil bütün varım feda olsun. Lakin geç oldu, çoluk çocuk merak eder, izin ver gideyim paşam.
Israrlara rağmen yemeğe kalmayan Halil Efendi’ye, öküzünün verileceği sözünü veren Atatürk, yaverine, Halil Efendi’yi evine bırakma talimatı verir.
Halil Efendi’nin gidişi ardından, Mustafa Kemal, masadakilere döner, “Efendiler, Halil Efendi gibi binlerce çiftçimiz bu duruma, çeviri yaparak kanunlaştırdığınız ve halkın yaşantısına kolaylık, sorunlarına çözüm getirmesini beklediğiniz kanunlar, zaten yoksul olan insanlarımıza yeni yükler getirmiştir.
Cumhuriyeti bunun için mi kurduk? Halka Cumhuriyeti ve faziletlerini yaşayacak bir düzen kuramazsak, yarın eyyamcı (günü yaşayan, yarını düşünmeyen) olmakla suçlanırız.” der.
İsmet İNÖNÜ, “Paşam konu anlaşılmıştır. Yasalar gözden geçirilecek, yanlışlıklar düzeltilecek.” der, söyleşi uzayıp gider.
Cumhuriyeti kuranlar, Cumhurbaşkanının sofrasında Halil Efendilerin öküzlerini dert edindiler.
“Lider olunmaz, doğulur.” sözünü, yaşananlar yazmıştır tarihe.
* Kaynak: Atatürk’ten Hatıralar, TRT, Metamorfoz (Tv Yayını)
Kültür Bak. Tiyatro Yay.: Metamorfoz (Kitap)
BİR CEVAP YAZ