GÖZ PINARLARIMDAKİ ATEŞ
Hüznün türlü renkleri vardır. Kimi zaman Botan çayı deminde kıvranır içimizde, kimi zaman da boz araziye vuran batmakta olan güneşin tonlarını taşır içerimize.
Uzaklara bakarak yarınları göremeye çalışan ama içindeki korkuların, özlemlerin ve hizmet aşkının karmaşıklığındaki duygularını ve düşüncelerini sıralamaktan uzak, dalgın durgun bir öğretmen: Pınar öğretmen.
Yolların kıvrımında geçmek bilmeyen saatlerin ardından, “Orda bir köy var uzakta, gitmesek de, görmesek de o köy bizim köyümüzdür.” şiirinin çağrıştırdığı duyguların fırtınasında düştüğü yerdi: Siirt-Van sınırında, Botan Çayı’nın ayırdığı Siirt Pervari’ye bağlı bir köydü Belenoluk.
Öğretmenin dalgınlığı kah çocuğunun, kah Annesinin ya da lojman arkadaşlarının sesleriyle dağılıyordu. Ama değişmeyen gerçek, yaşanılanlardı.
Hep sorgular durumdaydı, beyni. Ruhu çıkmazlar içinde bir hal almıştı: Ben neden öğretmen oldum? Aslında biliyordu cevabını, “Bu günler için.” diyemiyordu. Eğitim yoluyla bu insanlar ne zaman değişecek, istenilen düzeylere ne zaman gelecekti? O da biliyordu ki, eğitim uzun soluklu bir yatırımdır. Değişim bir anda olmayacaktır.
İstanbul’un, İzmir’in Ankara’nın Samsun, Trabzon, Adana ve daha birçok gelişmiş kentin yanında buraların hali neydi böyle?
Geri kalmışlık ve yoksulluk devlete bayrak açma sebebiyse, Kastamonu’nun, Sinop’un, Erzurum’un buralardan da geri kalmış yerleri vardı, ama oralarda bu durumun zerresi bile yoktu. Öyleyse hem geri kalmışlık, hem eğitime karşı direnç niye?
Suçlu, yatırımlar yapmadığı, kalkınmayı sağlayamadığı, bölgeyi sürgünler bölgesi olmaktan çıkaramadığı için yalnızca devlet miydi? Gaziantep’te devletin hava alanından başka hangi yatırımı vardı? Kentin yerlisi kentine sahip çıktığından o Gazi Kent, Güneydoğu’nun Paris’i olarak adlandırılıyordu.
Nasıl bir ikilem yaşanıyordu: Hem cehalet, hem eğitime direnç; hem geri kalmışlık, hem yakılan iş makinaları; geniş araziler ama verimsiz tarım; hak aradığını söyleyen eylemler yanında hakkının ne olduğunu bilemeyen kadınlar; özgürlük sloganları atanların, aşiret emri ve töre baskısını yaşamaları… Öğretmen Pınar düşünce fırtınasında bu çıkmazların arasında sıkışıp kalıyordu.
Kendi vatanında acı çekmek, herhalde çekilecek acıların en büyüğüdür. Neden, Mersin’e gider gibi gidilmiyordu bu bölgeye? Kırşehir, Konya, Edirne, Muğla, Rize, Yalova gibi illere atamaları yapılan personelin yola koyulması ile Siirt, Şırnak, Hakkari, Muş, Bitlis… gibi illere atananların yola koyulması bir miydi?
Bitlis demişken, “Bitlis’te beş minare” türküsüyle sevdamızı yanık sesle Şanlıurfa’da, Malatya’da, Artvin’de haykırmadık mı? Ne idi sorun, nasıl çözümlenmeliydi?
***
Yaz gecesi damda yatmak bir başka dünyadır bu topraklarda. Damda yatanların doğrudan, yatamayanların da perdesi ve camı açık pencereden bakıp, sayısız yıldızların insanı hayallere salacak kadar muhteşem dağılımını izlemek ve yorgun düşen gözkapaklarına yenilerek uykuya dalmak bu bölge insanının vazgeçilmez ayrıcalığıdır. Arada bir kayan yıldızları izleyerek heyecanlanmaları, gecenin en büyük eğlencesidir. Bulutsuzdur gökyüzü. Karanlık maviliklerin yıldız aydınlığında buğulanmış gözlere inat.
Koynuna aldığı yavrusuyla, bu köyde yatağa girdiği kaçıncı geceydi; geceleri, günleri bir bir sayıyor, eşine olan özlemini. O yıldızlara bakarak, yuvasını ikiye bölerek göreve başlamasını, zihninden geçiriyordu.
“Sayılı gün değil mi, çabuk geçer.” diyor, kendini, okulunda ve kendi gibi bu bölgelerde görev yapan binlerce meslektaşlarından aldığı güçle teselli ediyordu. Saatler ilerlemesine rağmen gözler açık, yavrusunun uykudaki nefesinin tatlılığını duyarak, yıldızlardan aydınlık yarınlara giden yollar çiziyordu.
Gecesi ayrı, gündüzü ayrı dertti. Yalnızlığı ayrı, çilesi ayrı dertti. Türkiye’yi geçirdi aklından; kim bilir nerelerde, kimler nasıl dertlerle boğuşuyordu. Tıpkı, özgün türküler söyleyen Volkan KONAK’ın dediği gibi: Herkesin bir derdi var durur içerisinde.
Uyku adı konulmamış bir ölümdür. Ağır uykular, tatlı uykular, hafif uykular… Adı ve yaşanma biçimi farklı da olsa, kara gecelerin güneş ışığıyla kovalamacaya tutuşmasına kadar, insan için geçiş tünelidir: Karanlıktan aydınlığa.
***
Güneşin erken ışıklarıyla uyanmıştı Pınar Öğretmen. Yatağında yavrusunun uykusunu izlerken ana olmanın mutluluğunu, sorumluluğunu tattıran bu küçük bedenden anlatılmaz bir güç alıyor, tanımlanamaz bir huzur buluyordu.
Saatine baktı. Derse epey zaman vardı. Bulutsuz gökyüzünün canlı maviliğine bakarken, Karadeniz’de, böyle gökyüzünü görmenin ender zamanlar anlamına geldiğini bilirdi. Yürek bir kanatsız kuştur. Ne zindanlara sığar, ne zincirlere vurulur. Gökyüzüne dalan gözler, Pınar Öğretmeni Trabzon’a götürmüştü: Eşim ne yapıyor? Çamaşır, bulaşık, ütü derken akademik görevine nasıl hazırlanıyor?
Gözleri buğulandı. Yüreği kabardı. Yarınlarda gülecekse, anlamlı olmalıydı yaşantısı. Sıradan değil, sorumluluk içinde, yürekli adımlarla yürümeliydi yarınlara.
Kalktı. Uykudaki yavrusunu uyandırmaktan korkarak yavaşça kucaklayıp, öteki odada yatan annesinin yanına götürdü. Nine, torununa sarılarak sevgi sunarken, Pınar Öğretmen, hüzün, umut, beklenti karmaşıklığında bir yandan kahvaltı hazırlıyor, bir yandan da giyinmeye çalışarak hazırlanmaya çalışıyordu.
İlk yudumunu çaydan aldığı sırada, lojmanın altından geçerek okula gelen çocukların sesini duymuştu. Lokmalarını öğütürken, bir yandan da çocuklara bakıyordu: Onlar, Siirt’in çocukları olarak yaşasa da Anadolu’nun bütün çiçeklerinden yalnızca bir demetti.
Şair, demiyor muydu: dünyanın bütün çiçekleri, kaderleri bize benzeyen. Okul saatinin telaşı, bölgesel, ekonomik farklılıklar gösterse de birbirine benzer, Ülkemin her köşesinde.
Gözleri boncuk boncuk parlayan yarınlarımız olan bu yavrular, su gibi, içinde bulundukları kabın şeklini alırlar. Farklılıkları da burada başlar. Zenginin yoksulla olan farkından tutun da, suçlunun suçsuzla olan farkına varıncaya kadar. Doğdukları bölgeyi olmadığı gibi, parçası olduğu aileyi de seçme şansı olmayan yavruların cahil bırakılmaları; itilip kakılmaları adına ne günahları vardı. Onlar, işlenerek çeliğe dönüştürülmezlerse, paslanarak çürüyen demir yığını olarak kalacaklardı.
Bu bakış kısa bir süre sonra dalgınlığa dönüşünce, yılların gerisine gitmişti:
Son sınıfın son günleriydi. Mezuniyete sayılı günler kalmıştı. Gün yaklaştıkça hem geçmek bilmiyor hem de öğrenciliğin bitmesine üzülmekle-sevinmek arasında günleri yaşıyorlardı. Esas korku ise, iş bulabilmek, aldığı eğitimi aktaracağı okullardan birinde görev alabilmekti.
Kantin muhabbetleri son sınıf öğrencileri için bir yandan anıları tazelemek bir yandan KPSS ile işe atılmak kısırlığındaydı. En çok da “Nasıl bir okula atamamız yapılacak? Doğu’ya düşersek ne olacak? Terörle ne yapacağız? Atanıp da gitmezsek bunca emek boşa gitmiş olmaz mı? …” tarzı sorular canlarını sıkıyordu.
Atasözümüz, “Bekara karı boşamak kolaydır. ”der. Kimse henüz atanmadığı için, bazıları bu sorular sırasında mangalda kül bırakmazlar, asar keserler; duyduğunuzda, “Bu adamın yapmayacağı iş, aşamayacağı engel yok.” dersiniz.
Oysa her yürekte inceden inceden bir sızı vardır.
***
Birinci, ikinci derken bu yıl, atama bekleyişinin altıncı yılıydı. Mezuniyetle başlayan atanma bekleyişi, her geçen gün yıkılan hayallere dönüşüyordu. Yıllar geçtikçe yaşanan çöküntülerin enkazında kalmış umutlar solgun, yürekler kırgındı.
Öğrenciyken, babadan anneden harçlık isterken zor olmuyordu. Şimdi iş sahibi olmayı beklerken harçlığa el açan olmak zor geliyordu, o günleri yaşayan her gence.
Bir eğlenceye gitmek için, yaşamak istediğin bir zevk için gibi nedenler değil, zorunlu gereksinimler için bile el açmak, bir ölümdür, o günleri yaşayan her gence.
Ailesinin ekonomik durumu iyi olanların yaşadığı sorunlar az olsa da, onda da kendi işinin sahibi olma, kimliğine ve kişiliğine saygı duyulmasını beklemek duyguları aynıdır.
İş çevrelerinde, söz sahibi yakını bulunanlar, geçici iş bularak, en azından ekonomik gereksinimlerini karşılayan bireyler olmanın mutluluğu yaşarlar.
Ailede asalak olmak, hala aileye muhtaç olarak yaşamak ne ağırdır bilene? Gelinlik çağı gelmiş kızlarımız, telli duvağıyla kuracağı yuvayı özlerken, önündeki engeli, işsizliğidir.
Delikanlılar, yuva kurmayı düşünmek bir yana, sevdiğine, evlilikten bile söz etmekten uzaktadırlar.
Pınar öğretmen, işsiz geçen yılların ardından, bir dershanede iş bulmanın sıcaklığı, binlerce işsiz gencin ruh halinin omuzlarına yüklediği sorumluluğu duyarak çalışmaktaydı. Bir öğretim yılının sonuna gelinmiş, gençlerde LYS heyecanı yaşanmaktaydı.
Pınar Öğretmen öğrencilerine rehberlik yaparak, yarınlara adımlarını sağlıklı atmalarını sağlarken yüreğinde kendi heyecanını yaşamaktaydı: Bu atama döneminde durumu ne olacaktı?
Çalıştığı dershanede öğleden sonraki saatlerden biriydi. Telefonu çaldı, eşi arıyordu. Sonunda beklediği haber gelmişti. Mutluluktan ne yapacağını şaşırdığı anlardı. Atanmıştı. Atanmıştı. Nereye atandığı değil, atanmış olması önemliydi. 2011 atama dönemi, yıllar süren bekleyişi silmişti.
Eşine, nereye atandığını sormak aklına bile gelmemişti. Eşi ona söyledi: Siirt Pervari, Belenoluk İlköğretim Okulu.
Mutluluğun getirdiği ilk şaşkınlığı atlatan Pınar Öğretmende, sorular peş peşe gelmeye başlamıştı: Orası nereydi? Tercihleri arasında var mıydı? Nasıl gidilir, baba ocağına ne kadar uzaktadır? Can güvenliği derdi var mıdır? Sorular, sorular… Sorular, yağmur gibi yağıyordu: Çocuğumu ne yaparım? Eşimin durumu ne olur? Yuvamın hali ne olur?
Dalgınlığından sıyrılan Pınar Öğretmen, kendi kendine, “ Hey, Pınar Hanım, hayat kitapların satırlarından ibaret değildir. İşte öğrencilerin ve işte sen… Düşün, öğrencilik yıllarında atıp tutanlar vardı: Her şey olur da hiçbir şey yapamayanlar. Ben bakan olsam, diye başlarlar söze, sonra da zor bir görev yeri gelince, kim gidecek oraya derler. İşte sen, işte öğrencilerin… Yarınlara biçim veren mimar olarak, yüreğinden sil gamı, kasveti.” diyerek, kahvaltısını tamamlayıp, sofrasını topladı.
Okul hazırlığını gözden geçirerek, annesinin koynuna bıraktığı yavrusunu öpüp, “Anne, kahvaltı masada hazır. Yağız’ın mamasını da hazırladım. Ben çıkıyorum.” diyerek kapıya yöneldi.
Gökyüzü bulutsuz maviliğin güzelliğiyle bezenmişti. İnsanın içini gıdıklayan sabah serinliği ile güneşin bir arada sevildiğini fark etmişti. Bu gün 22 Eylül’dü. Yarın 23 Eylüldü; Gece ve gündüzün eşit olduğu gün, meteorolojik takvimlere göre sonbaharın ilk günü olacaktı.
Anadolu’nun bir başka köşesinde nefes almak, mevsimin dönüşümde hazan yapraklarındaki kurumuş sarılıklara basarak yürümek. “Tanrım, bir de huzur olsa ülkemin her köşesinde. Ne doyumsuz güzelliklere bağrında yer vermiş Anadolu…”
Zaten yakın olan okula gelmişti Pınar Öğretmen. Bir yandan Taşımalı eğitim servisleriyle gelen çocuklar, arabalardan iniyor, bir yandan yürüyerek gelenlerin, şakalaşmaları, kovalamacaları yaşanıyordu okulun bahçesinde.
Nöbetçi öğretmenlerin bir kısmı servislerden gelenleri sayarak teslim alırlarken, diğerleri öğrencileri sıraya girmeleri konusunda uyarıyordu.
Türkçe konuşanlar, Kürtçe konuşanlar; gülüşenler, durgun duranlar... Saçı traşlı, düzgün taranmışlar, saçı evde kesilmişler… Önlüklüler, önlüksüzler… Yeni aldığı ayakkabısını arkadaşlarına hava atarak gösterenler, boyasız, yırtık ayakkabıyla okula gelenler… Gece davar beklediği için uykusuz kalanlar, aç gelenler, açık köy ekmeğini dürüm yapıp, ısırarak yolda görünenler…
Bunlar, Belenoluk gerçeğiydi. Her gün tablo aynıydı. Hayal dünyaları yaşadıkları coğrafya kadar geniş olan çocuklara, denizdeki yatlar, lüks otellerde görüntülenen ünlülerin yaşantıları bir uydurma görüntüden başka bir şey değildi, onlar için. Ojeli tırnak da ne ki? O parmaklarınan fideyi toprağa nasıl dikerler? …
Yüzleri güneş yanığı, sarışını bile esmer görünecek kadar bu bölgeye özgü çocuklarımızı, geleceğe taşımak, ülkemizin her hangi bir köşesinde bir işin sorumluluğunda yaşantılarına hazırlayabilmek içindi çabalar. Günün ilk zili, ilk dersi başlıyordu.
Tahtanın sağ üst köşesinde, 22 Eylül 2011 Perşembe yazılıydı. Tarihin altında, sınıf başkanının kolunun uzandığı bir yerden o gün okula gelmeyenlerin numaraları sıralanıyordu. Sosyal bilgiler dersiydi. Öğretmen yarınki günün gece gündüz eşitliği olan gün, mevsimlerden sonbaharın da ilk günü olduğunu söyleyerek derse giriş yapmıştı.
Pınar Öğretmene, ders arasında, başarısızlık içinde bulunan bir kız öğrenciyi getirmişlerdi. Görüşmesi istenmişti. Anadolu’nun kıraç dağlarına bakarsanız aslında her şey anlaşılırdı. Töreler, aşiretin kuralları, ağalık düzenini bu kızımızın cümlelerinde sezmemek mümkün değildi: (Yörenin aksanıyla) Öğretmenin, benim sınıfı geçmem ne ye yarar. O zaman okul biter. Okul biter, bize el evi, koca yastığına baş koymak düşer. İstemiyorum. Kazansam bir liseyi, ailem… Durdu, göndermezler.
Pınar öğretmen, bir anda kitapların arasında sıkışıp kalmıştı. Kızın söyledikleri bölgenin gerçeğiydi. Tek başına değiştirebilir miydi?
Bir erkek öğrenciyle konuşurken de benzer duyguları yaşamıştı. Öğrenci: öğretmenim, imkanımız yoktur. Bizim için başarmak, çoban olmaktır. Tarla kıraç, verimsiz. Arazi dik yamaçlarla, kayalıklarla çevrili. Ben ya şoför olacağım, ya da dağa çıkacağım.
Pınar öğretmen, başarmak ve azimli olmak; değişime kendinden başlamak; adını tarihe altın harflerle yazdırmış bilim adamlarının yaşadığı güçlükleri anlatarak, onlarda düşünce değişimi adına ne dediyse olmadı. Gülmesi gereken gözler, umuda değil, boşluğa bakıyordu.
Günün sonunda dağılmışlar, kimi servisle, kimi yaya evlerinin yolunu tutmuşlardı. Kimileri oyunlar oynayarak evin yolunu tutarken, kimileri de yolun uzamasını istercesine yavaş hareket ediyor, ağır adımlarla yürüyordu.
Öğretmenler ödevlerini vermiş, derslerini tamamlamış, görev adına gereken sorumlulukla hareket etmenin duyarlılığı içinde, bir günü tamamlamış, karanlığın koynunda yeni bir geceye hazırlanıyorlardı.
Pınar Öğretmen, bugün görüşme yaptığı çocukların velilerini, yarın için okula çağırmıştı. Adı terörle anılan bir bölgede, Anadolu kırsalında ilk kez veli görüşmesi yapacaktı. Belli etmese de arkadaşlarıyla sohbetleri sırasında durumdan heyecanla söz ediyordu.
Öğretmenler topluca lojmanın yolunu tutmuşlar, ikili, üçlü gruplar halinde yürüyorlardı. Yüzler, birbirinden cesaret almanın, toplu olmanın getirdiği gülümsemesi içinde olsa da, yürekler, kıpır kıpır titreyiş içindeydi.
Hepsi gençti öğretmenlerin. Bir gelenin, bir an önce ayrılmanın hesabını yaptığı, en fazla üç yıl kaldığı bir yerdeydiler. Onlar, işsizliğin boğduğu insanlar olarak, yollara düşmüş gençlerdi. Türkiye gerçeğini gizlemenin, mızrağı çuvala sığdırmakla aynı anlama geldiğini bilmek demekti.
Adamı olanların nerelerde işe başladığını, kim duymuşsa diğerine anlatıyordu. Onların hemen hepsi, torpil denen yüce makamdan yoksun oldukları için, atama başvurusunda “Nere çıkarsa çıksın gider görev yaparım.” seçeneğiyle yollara düşmüş, ekmeğini ve geleceğini arıyorlardı.
Akşamın rengi, hüzün bulutları gibi dolardı, köyün, lojmanın üstüne. Yapılacak yemeklere yalnızca emek katmazlardı. Tutam tutam özlem konulur, sayılan günler; uykusuz geceler birim birim atılırdı tavaya. Mutfaklar, emek kokmazdı yalnızca; acı bekleyişin yüreklerdeki sızısı; radyodaki müziğin ritmi ile ruhlara dolardı.
Çoğu zaman, yemekler topluca yenilir. Birlikte yenen yemeklerin ardından, lojmanın sevimli iki bebişi, bütün öğretmenlerin depresyon ilacı gibiydi. Onlar sevilirken hüzünler dağılırdı. Bebişlere sarılırken, kah sevgiliye, kah anaya sarılırlar; bazen bacıya-kardeşe sarılır bazen de sılaya.
Toplu sohbetlerin uzayan saatlerin ardından herkes dairesine çekildiğinde, yalnızlığın anlatılmaz acısına sarılırlar. Kimisi telefon konuşmalarında söylenen bir söze takılmıştır, kimisi aldığı haberle umutlanmıştır.
Gece köyde, dağda, lojmanda, yollarda kışlalarda, yurtlarda nasıl yaşanır bilinmez. Bilinmez de, geceyi bitmez saatler elbisesi giymiş karanlık olarak, yatağına almış çok insan vardır.
Karanlıklarda gülen gözlere özlem, perde perde iner. İdealler vardır, uğruna ölesi; amaçlar vardır, karanlıkları aydınlatmak istercesine… Zordur kimileri için, yoksulluğun soğuk yüzü; mecburiyetten gelmiş olmak ve katlanmak…
Burada sorgulanır devlet. Burada sorgulanır yasalar. Siyasilerin tutarsızlığı ve torpil denen toplumsal hastalık burada sorgulanır. İnsanların eşitliği ve eşitsizliği burada sorgulanır. Düzen ve düzeni bozanlar burada sorgulanır. Çıkış bulamayan ruhlar daralır, nefesler sıklaşır, yumruklar sıkılır ama bir gerçek vardır: Yaşadığı gerçek.
Karanlıkların örttüğü yataklarda herkes, kendiyle kalmanın korkusunu yaşar. Kimi karanlıktan, kimi yalnızlıktan korktuğunu fark eder. Gecenin sessizliğinin yarattığı seslerin, ürperti içinde yaşattığı dakikaların yorgunluğunda, uykuya dalan gözler kapanırken, dualar aydınlık ve barış dolu bir dünya içindir.
Gün, gözlerdeki şişkinliklere inat hızla yükselirken, okul yolu, haftanın bu son iş gününe atılan adımlarla yine şenlenmişti. 23 Eylül 2011 Cuma yazıyordu sınıf başkanları, tahtaların sağ üst köşelerine.
O gün velilerin gelmesini çok beklemişti, Pınar öğretmen. Çünkü velilere gereken ne ise söyleyecek, onların hafta sonunu çocuklarına göstereceği ilginin, okula yansımasını gözlemleyecekti. Çocukları çağırıp ailelerine bilgi verip vermediklerini sordu, onlar da bilgi verdiklerini söylemişlerdi.
Köyde kıdemli olan öğretmenler, Pınar Öğretmene, öyle her çağırışta veli gelmesini beklememesini öğütlüyorlardı.
Orman görüntüsünden uzak ağaçların, makiliklerin çevrelediği dağlar kadar aşılmaz bir noktada mıydı, bilmiyordu. Jandarma karakoluna doğru baktı. Velilerin gelmesi için yardım alabilir miydi? Düşündü, bölgede zaten hassas bir durum vardı, bunun iyi bir düşünce olmadığını, velilere ulaşmanın başka bir yolu olmalıydı.
Son zil çalmış, cılız bir sesle söylenen İstiklal Marşı ile bir hafta daha tamamlanmıştı. “Okul olarak ne verdik? Evlerine giderken, okuldan eve yansıyacak ne değişiklikler götürüyorlardı? Okul onların gözünde ne idi?” Sıraladığı cevapsız sorularla, evlerine giden öğrencilerin arkasından bakıyordu, Pınar Öğretmen.
O çocukların okula ilgisini azaltan terör baskısını, onlar da öğretmenler de yaşıyor, adımlarını bu tedirginlik içinde atıyorlardı. Bu durum eğitime olumsuzluk olarak yansıyordu. Çocuklar ve veliler, devletle terör örgütü arasında olmanın sıkıntısını açıkça gösteriyorlar.
Öğretmenler de bir taraftan, ekmek derdi, bir taraftan aldıkları eğitim ideali, bir taraftan vatan sevgisi diyerek geldikleri Anadolu’nun bu köşesinde, terör korkusunu her yönüyle içlerinde hissediyorlardı.
Doğu kentlerinden bir memur, öğretmen, hemşire vb. Anadolu’nun her köşesinde gönül rahatlığı ile çalışacak, gezecek, oturacak; ama bu bölgeye gelenler bir korku içinde, tehdit altında bulunacaklar. Okuldan lojmana doğru yürüyen Pınar Öğretmenin kafasındaki bu cevapsız sorular, onun iç dünyasını daha da karartmaktaydı.
Çocukların içinde var olan okula bağlılık duygusu büyüdükçe neden azalıyordu? Kuru toprakların umut taşıyan insanları da çok azdı. Eğitme önem vermek, çocuklar için gelecek hazırlamak gibi düşünceler velilerin büyük çoğunluğunda ya yoktu, ya da yokmuş gibi görünüyordu.
Hayalleri öğretmenlerinin anlattığı kadar geniş olan çocukların, üzerlerine çöreklenmiş, bölgesel kültür baskısını kaldıracak güçleri olmadığı gibi, töre ve düzene başkaldırmak algısının getirdiği dışlanmışlık korkusu da cabasıydı.
Teröre bulaşmak istemeyen aileler, çocuklarını ve geleceklerini düşünebilme aydınlığına sahip aileler, batı kentlerine göç etmekteler.
“Biz kimiz? Başka koşullar altında karşılaşmış olsak, belki bir merhabayı dahi çok göreceğimiz insanlarla, kader birliği halinde, okul-lojman- karakol üçgenine sıkışmış bir avuç öğretmen… Gücümüz, bölgenin alınyazısını değiştirmeye yetmeyi bırak, birkaç veli dışında köylüyü okula getirmeye yetmiyor. Ama o okula gelmeyen, gelse de çocuğunun kaçıncı sınıfta olduğunu dahi bilmeyen veli, çocuğu okula kaydettiği an, Kaymakamlığın yolunu tutar, çocuk parasının peşine düşer.” dalgınlığını süsleyen bu düşüncelerle öğrencilerin ardından bakarken, bir başka arkadaşı seslendi, “Öğretmenim, okulda yatmayacaksın değil mi?” Cümle üzerine toparlanan Pınar Öğretmen, arkadaşlarıyla lojmanın yolunu tuttu.
***
Kucağına aldı çocuğunu. Öptü, kokladı. Her öpüşünde bir özlem, bir dile gelmeyen duygu yükü vardı. Bir yandan annesine okulda yaşadıklarını anlatıyor, bir yandan çocuğunu seviyordu. Annesi, akşam yemeğini yapmış, Pınar Öğretmene sofrayı kurmak kalmıştı. Henüz erkendi. Annesine ne yaptığını sordu: Ana yüreği bu, sıkılsa da, memleketini; evini; komşularını; diğer çocuklarını ve torunlarını özlese de Pınar üzülmesin diye, Yağız’la geçen dakikaları ve torununun yaptıklarını ballandırarak anlatıyordu.
Gün batımı dakikaları yaşanıyor, sonbahar kızıllığıyla güneşin kızıllığı ufukta renk cümbüşü oluşturmaktaydı. Sofrayı kurup, çöken karanlığa inat, aydınlık ufukların hayali ile yemekler yenmişti. Lojman hayatının bir parçasıydı akşam çayının hazır olması, çat kapı gelen oluyor, gurbetin acıları ve sıkıntıları çay yudumlarıyla akıp gidiyordu. Sofra toplanmış, çay suyu ocağa konmuştu.
Köye dönen nahır sesi, ağıllara konulan keçi ve koyun sürülerinin çıngırakları, havlayan köpekler doğal ahengin köy konçertosu gibiydi. Anasını arayan bir yavru kuzunun melemesi fark edildiğinde yüreklerde tuhaf bir kıpırtı yaşanırdı.
Bir traktör sesi teknolojinin varlığını anımsatırken, bir atlının gelişi, okul çıkışı oyunlarını bitirmemiş çocukların sokak sesleri, buranın da aslında diğer köylerden farklı olmadığını gösteriyordu. Ne var ki, dağlarda yankılanan, bazen ardı arkası kesilmeyen mermilerin ve patlamaların sesi, bir rüyadan uyandırıyordu sanki.
Kapı çalındı. Pınar Öğretmen kapıyı açtı, gelenler, lojmandaki diğer öğretmenlerdi. Gelmelerine değil de birden toplanmış olarak gelme biçimlerine şaşırmıştı, ana- kız.
Sanki lojman toplantısı vardı. Hoş beşten sonra, şaşkınlığını gizleyemeyen Pınar Öğretmen, “Ne zaman toplandınız, haberleştiniz böyle? Çay suyunu ocağa koyduğumuzu nasıl anladınız?” diyerek söze girdi.
Odada bulunan erkek öğretmen, “Karakoldan, komutanlarla görüştüm. Size bazı şeyleri söylemem gerekti. Onun için toplanıp geldik.” Herkeste bir durgunluk, merak dolu bakış ve sözlerin devamını duymak istercesine bekleyiş başladı. “Teröristlerin telsizlerinde, birkaç gündür Belenoluk sözü geçiyormuş. Bu nedenle komutan hafta sonu, “Kimse lojmandan ayrılmasın. Karakola veya lojmana yapılacak olası bir saldırıda, banyolarda toplanmamızın daha güvenli olacağını” söyledi.
Cümlenin bitmesiyle, her yürekte benzer olsa da anlatılmaz korkuların açtığı yaralar kanamaya başladı. Gözlerdeki bir haftayı bitirmiş olmanın sevinci uçmuş, korkunun karabulutlarıyla gelen hüzün çökmüştü.
Herkes, her sözü tekrar edip, bir ayeti ezberlercesine bir birine tekrar tekrar soruyor, durumu anlamaya, kendince biçimlendirerek çıkış yolu bulmaya çalışıyordu. Okula mı saldıracaklarmış? Lojmanlara mı saldıracaklarmış? Karakola mı saldıracaklarmış? Kaç kişilermiş? Ne zaman saldıracaklarmış? Sorular, sorular…
Konuştukça artan korkular, ilginç cümleler, bazen anlamsızlaşan bir sohbet derinliği, eğitim adına, cehaletle savaşmak üzere yola çıkmış gençlerin ruhlarının karanlıklara saplandığının göstergesiydi.
İlerleyen saati, yorgun düşen vücutların esnemesinden fark ettiklerinde, gece yarısını çoktan geçmişti. Sanki toplu olmanın bir birine güç kattığına inanmışlık mıdır, nedir, hem, “Yatalım artık.” sözleri havalarda uçuşuyor, hem de kimse kalkmak için çaba göstermiyordu. Gün görmüşlüğün olgunluğunu gösteren Pınar Öğretmenin annesi, “Bir gün öleceksek, böyle bir ölümün onurunu yaşamaktan mı korkuyorsunuz? Öleceksek, trafik kazası, sel, heyelan, yıldırım çarpması, deprem… Daha neler neler sebep olacaktır. Kadere inananın korkmasını anlayamam. Kalkın yataklarınıza, olacakla öleceğe çare yoktur. Karakol yanı başımızda, askerler nöbette. Devlette sizin burada olduğunuzu biliyor. Sahipsiz olmadığınız gibi, ideallerinizi; burada bulunma nedenlerinizi de bir kenara koymayın. Allah büyüktür. En azından, uykunuzu alarak, beden sağlığınızı koruyun.” dedikten sonra, herkes evine doğru biraz ürkek de olsa yürümeye başladı.
Gece uzun olacaktı. Yastıklar, uykuya aman vermeyecek, döşekler şekilden şekile giren vücutlara mekân olacaktı. Öfkeler, bazen terörü bitiremeyen devlete olacak; bazen içimizdeki huzuru bozmak için teröristleri kışkırtan ve kullanan dış güçlere olacaktı. Atalarımız, “Su uyur, düşman uyumaz.” demekle, devlete, devlet olmanın gereklerinden birinin de dış tehlikelerin gelişine dikkat kesilmesini öğütlemiyor muydu? Nasıl büyüdü olaylar, nerede aymazlıklara düşüldü, kimler işbirliği içinde hainlere yol veriyor; zemin hazırlıyordu?
Sorular, bitmek bilmiyor, ama gittikçe ağırlaşan vücutlar uykuya bir bir yenik düşüyorlardı. Lojman, uykunun ölüm sessizliğine bürünmüştü sonunda.
Gün aydınlanmış, kendini yataktan atma gücü bulanlar, 24 Eylül Cumartesi gününe biraz buruk, biraz uykusuz, biraz dalgın biraz da “Belki de bir şey olmaz.” düşüncesinin umutlandırması içinde adım atmışlardı.
Yaşam hafta sonu işleri arasında akıyordu. Yıkanan çamaşırlar, yapılan ütüler, temizlenen evler, aslında her şeye karşın yaşamak; inadına yaşamak diyordu sanki.
Erkek arkadaşları, ikindiye doğru karakola gitmişti. Karakol dönüşünde, beş çayı ekseninde toplanmışlar, karakoldan gelen arkadaşlarının her sözünü hatim edercesine dinliyorlar, tekrarlıyorlar, yorum yapıyorlardı.
Komutan demişti ki, “Karakol köye ve çevreye hâkim bir tepede. Nöbetçiler, dikkat çeken bir grup, kalabalık ya da hareketlilik görmediler. Baskın için gelecek teröristler tek tek gelmezler ya. Biz tedbirlerimizi sürdürüyoruz. Sizler de lojmandan ayrılmayın, size daha önce söylediğim tehlike anında yapılması gerekenleri uygulamayı unutmayın.”
Bu sözler, sanki yürekleri biraz olsun rahatlatmış, yüreklerdeki karanlıkları kısmen de olsa aydınlatmıştı. Ancak ne de olsa bir terör örgütünün eylemleriyle anılan bölgede bulunmaları, içlerindeki sıkıntının azalmasını engelliyordu.
Yüzlerde bir parça rahatlamayla sohbet devam ederken, Pınar Öğretmenin Annesi, “Çocuklar, yemekte nasıl hareket edersiniz, yani tek mi, topluca mı yersiniz bilmem de, yemekten sonra bizde toplanırız.” dedi. Biraz sonra da herkes evinin yolunu tuttu; lojmandaki katlara dağıldılar.
Yağız’la oyun, Anneyle sohbet, akşam yemeği hazırlığı, derken zaman ilerlemiş, hava kararmaya yüz tutmuştu. Akşam yemeğini yediler. Bulaşıklar toplandı. Güneşin kızıllığı ufukta kaybolurken, dağlara karanlık bir mavilik çökmekteydi.
Pınar Öğretmen, pencere kenarına oturmuş, dışarıyı seyrediyordu. Birden kayan bir ışık fark etti. Biraz sonra, kayan bir ışık daha… Bu hızla akan ışıkların ardı arkası kesilmiyor, sayıları gittikçe artıyordu. İlk şaşkınlığını üzerinden attığında, silah seslerinin de aynı oranda arttığını ve yakınlardan geldiğini fark etmişti. Şimdi anlamıştı, onların izli mermilerin ışığı olduğunu.
Bir telaşla Yağız’ı kaptığı gibi, Annesine, korku ve kekeleme tarzı bir sesle seslendi, “Anne! Anne, basıldık. Kurşunlar… Kurşunlar… Çatışma başladı, galiba korktuğumuz başımıza geldi.” dedi. Arkadaşlarıyla konuştuklarını anımsadı, tehlike anında banyoya geçmeleri gerektiğini düşündü. Eli ayağı titriyor, yüreğinden gözlerine vurmuş korkuyla yavrusuna sarılıyor, eğilerek, salondan geçip banyoya doğru koşar adımlarla gidiyorlardı.
Kapının çalındığını bir zaman sonra fark ettiler, Annesi, “Kızım ben bakarım .” diyerek, kapıya doğru gitti. Adımlar kapıya doğru atılsa da yol geri gidiyordu sanki. Gelenler, kapıyı aralıksız olarak çalanlar kimlerdi? Öğretmenler mi, baskın yapan teröristler mi? Pınar Öğretmen, için saniyeler geçmek bilmiyordu. Ölümü ensesinde hissetmek deyiminin yaşandığı dakikalardı.
Sonunda içeri girenlerin öğretmen arkadaşları olduğunu seslerinden anlamıştı. Banyonun kapısını açarak, onları içeri almışlardı. Bir erkek, iki çocuk, bir Anne, beş de bayan olmak üzere altı metre kareye dokuz kişi…
Yaşamak mı güzeldi, ölmek mi zordu? Hepsinin yüzünde korku, korkulu bekleyişin izleri vardı. Dakikalar geçtikçe silah sesleri artmış, arada bir yaşanan patlamayla, bina sallanıyordu. Bina salladıkça ömürden ömür gidiyor, yarını bırak, biraz sonrası bile düşünülemiyordu.
Artık, binanın çevresindeydi sesler, Kürtçe konuşmalar, bağırışlar, silah sesleri birbirine karışmıştı. Karakoldan atılan mermilerin lojman duvarına çarpmaları da duyulmayacak gibi değildi.
Banyonun, boynu bükük konukları, birbirine bakıyor, bir şey demek bile içlerinden gelmiyordu. Ama gözler, denmeyenleri diyor, öyle şeyler söylüyordu ki, bazıları sessizce gözyaşı dökmeye bile başlamışlardı.
Pınar Öğretmen, arkadaşlarının yüzüne bakıyor, yavrusuna sarılıyor, her mermiyle sanki içlerinden birini kaybediyordu. Ölümle aralarında bir duvar vardı. Mermiler o kadar sıklaşmıştı ki, kulakları sağır eden ses yığınına dönüşmüştü.
Sessizlik için yalnızca kendi seslerini kesmeleri yetmezdi. Telefonların seslerini de kestiler. Hatta çocukların ağlamaları anında ağızlarını kapatıp, duyulmasını önleme çabaları bile yaşamak için verilen savaşın büyüklüğünü ve önemini göstermeye yeterdi.
Herkes korkuyor, Pınar Öğretmen hem çocuğu, hem kendisi, hem de Annesi için korkuyordu. Aklından geçenler, ölüme giden yolun senaryolarından başka bir şey değildi. “Kapıyı kıracaklar, hepimizi kurşuna dizecekler. Oğlumu elimden alıp kaçıracaklar, bizleri kurşuna dizecekler.” Başka, bir şey düşünecekleri yoktu.
Korku, bütün benliklerini sarmıştı ki, artık daha fazla korkamazlardı. İşte, olayın tam ortasındaydılar. Terör örgütü denen belanın, lojman duvarlarının diplerinden seslerini duyuyorlardı. Korkuyla adeta şerbetlenmişlik içine girmişlerdi. Sesler, benliklerini o kadar sarsmıştı ki, uğultu halini almıştı.
Banyonun zorunlu misafirleri için zaman geçmek bilmese de ilerleyen zaman diliminde olay haber bültenlerinden tüm yurda duyurulmaya başlanmıştı. O lojmanda bulunan her öğretmenin ve o karakolda görev yapan her Mehmet’in evine kuşku ateşinin yangını düşmüştü. Haber, çatışmanın şiddetini anlatan her sözüyle, kuşku ateşinin kıvılcımlarını artırıp yürek yangınını körüklüyordu.
Pınar Öğretmenin eşi de Trabzon’da haber dinleyenlerden biriydi. “İnşallah, Pınar’ın olduğu yer değildir.” demeye kalmadı ki, haber bülteni olay yerinin Siirt Pervari’ye bağlı Belenoluk Köyü Jandarma Karakolu olduğunu söylüyordu.
Bir telaşla telefona sarıldı. Telefonun arama sesi için beklenen süre onun için saat gibi geliyor, her saniye geçmek bilmeyen hal alıyordu. Sonunda, telefon çalmaya başlamıştı. Çalıyor, ancak telefona bakılmıyordu. Kuşkuları, kafasında kopan fırtınalar halinde artıyor, inatla çaldırıyordu, telefonu.
Mermi seslerinin uğultusunda duyarsızlaşan Pınar öğretmen, bir anda üzerinde bir titreşimle kendine geldi. Eşi arıyordu. Ne yapmalı, nasıl davranmalıydı. Ağlasa eşi yıkılacaktı. Onun yıkılmasının kendine ne karı olacaktı? Sabırlı olmalıydı. Korkularını içine gömerek telefonu açtı. Eşine, lojmanda, arkadaşlarla bir arada olduğunu, kendisinin de çocuğunun da Annesinin de iyi olduğunu, sakin olması gerektiğini, hatta babasının kalp rahatsızlığından dolayı ona, çatışmanın kendilerinin olduğu yerde olmadığını söylemesini öğütlüyordu.
Telefonu kapattığında gözyaşlarının yanaklarından süzüldüğünü ancak, Annesinin elinin değmesiyle fark etmişti. Gözyaşlarını, annesi siliyor, “Sabırlı ve metanetli olmalısın.” diyordu.
Pınar, otobüse bindiği anı, yola çıktığı dakikaları yaşıyordu. Diyarbakır otobüsüne binerek yola çıktığı dakikalara gitmişti. İkindi vakti güneşiyle, Trabzon terminalinden hareket ettiğinde, eşi çocuğu ve annesi bir umut yolculuğuna çıkmışlardı. Yürekler pırpır etse de amaç yüceydi. O, bölgenin çocuklarının küsmüş talihlerini, bir parça da olsa döndürecek, oradaki çocuklara eğitiminin gereği içinde devlet, millet, barış, kardeşlik, yarınlar, sevgi, gelişme, yaşama, onur, kimlik-kişilik diyecek, bildiklerini onlarla paylaşacaktı.
Zigana tünelini geçip Gümüşhane topraklarına geçtiği an “İşte gerçek yolculuk, işte gurbet şimdi başlıyor.” demişti. Mola yerlerinde, artık insan tiplerinin de, aksanlarının da değiştiğini fark etmişti.
Sabahın ilk ışıklarıyla, Elazığ Hazar gölü kenarından Diyarbakır’a doğru yol alırken, görmeye başladığı coğrafyanın yüreğinde bıraktığı izler de artıyordu. Ormansı ormanlar, boz araziler, kızıl topraklar, esmer insan yüzleri, Pınar Öğretmene, artık yeni bir dünyaya gittiğini anlatıyordu.
Yalnızca görev aşkı mıydı onu buralara çeken? Yalnızca meslek ülküsü müydü, onu yollara düşüren? Karınca, başında taşıdığı bir damla su ile Nemrut’un ateşe attığı Hz. İbrahim’in ateşini söndürmeye gidiyordu. “Nereye?” diye sormuşlar? Ateşi söndürmeye gittiğini söylemiş. “İyi de, bu bir damla ile o büyük ateş sönmez ki.” dediklerinde, “Belki ateşi söndüremem ama tarafımı belli etmiş olurum.” diyerek, düşündürücü bir cevap verir. Pınar Öğretmen bir karınca misali miydi? Fakülte yıllarında atıp tutanların, zoru görünce kaçmasına benzemiyordu onun bu tavrı.
Diyarbakır’a gelmişler, Siirt’e giden arabaları soruşturup en erken saate bilet alarak yola devam edeceklerdi. Terminali gözlemliyordu. Yöresel giyinenler olduğu gibi, modern tarzda giyinenler de vardı. Çağdaş bir kent otogarındaydı. Korkular, endişeler nedendi? Adını çatışmalarla duyduğu o kent burası mıydı? Esmer benizli insanların çokluğu, doğu aksanının bolluğu olmasa, batıda herhangi bir kentten farkı yoktu.
Patlayan bir el bombası mıydı, bir irkilmeyle kendine gelen Pınar Öğretmen, çatışmanın bütün sıcaklığının yaşandığı dakikaların içinde olduğunu fark etmiş, kahrolmuştu. Aynı dakikalar, aynı cehennem… Kimsenin ağzını bıçak açmıyor, makineli tüfeklerin susmayan sesleri, el bombalarının patlamaları, roketlerin patlamaları peş peşe yürekleri sarsıyor, ruhlar karamsarlıklara yöneliyordu. Saate baktıklarında zaman ilerlemiyor adeta, gece durmuştu. Nasıl olduysa, bir anda ömrün akan dakikalarını ne büyük zaman hovardalığı içinde harcıyorlarmış meğer.
Pınar Öğretmen, eşinin Siirt valisinden randevu alıp, onu ziyarete gitmelerini anımsayınca, şimdi anlıyordu, işin vahametini, durumun önemini. Eşinin kendisi için endişelenip, çareler aradığı anları düşünüyordu. Siirt’ten Pervari’ye gidişleri, İlçe Milli Eğitim Müdürlüğündeki işe başlama hevesiyle evrakları tamamlayıp, Belenoluk arabasını sormaları, bir film şeridi gibi gözü önünden geçmişti.
O zaman mı dönmeliydi? Doğru mu yapmıştı, göreve başlamakla? Belenoluk yolu vardı ya, hani, git, git bitmeyen. O zaman mı bıraksaydı? Aklından neler geçmiyordu ki… Yalnızca Pınar Öğretmen mi, hepsinin, hepsinin aklında türlü türlü sorular cevap arıyor. Her mermi sesi, onları yeni bir sorgulamaya sürüklüyor, çıkmazlara saplanıp kalmak, bitmeyen saatlerle bir banyoya dokuz kişi sıkışmak, gittikçe dayanılmaz hal alıyordu.
Saatler gece yarısını gösteriyordu. Ne çatışmanın şiddeti azalıyor, ne bekledikleri bir yardım geliyordu. Devlet bir karakoldan ibaret miydi? Bu karakola destek neden gelmez, helikopterlerimiz yok muydu? Ölüm korkusu altında eğitimci olma sınavı veriliyordu.
Binayı sarsan patlamalar, beyinlere unutulmayacak korkular kazıyordu. Arada belli belirsiz feryat biçiminde sesler duyuluyor, bu da teröristlerden birinin vurulması anlamında yorumlanıyordu. Acaba, şehidimiz var mıydı? Kaç terörist vurulmuştu? “Allah’ım, bitmeyecek miydi bu anlatılmaz saatler?”
Sorular, sorular… Korkulu gözlerde, yorgun düşmüş bedenler okunuyor, ama soruların ardı arkası kesilmiyordu. Karakol, lojmanı savunduğu için mi lojmana giremiyorlardı? Şimdiye kaç kere kapıyı kırıp içeri girebilirlerdi? Yoksa amaçları, yalnızca karakola baskın yapmak mıydı? Öyleyse, lojmana değen mermiler, binanın dibinde patlayan bombalar neyin nesiydi?
Kulaklar mermilerin oluşturduğu ses fırtınasına o kadar alışmıştı ki, lojmanın iki küçüğü artık uykudan irkilmiyorlardı bile. Yorgun düşen dizler, yere yaklaşan bedenler, banyoda diz dize, dip dibe çömelmiş, kim nereyi bulduysa, oraya kurulmuştu.
Kimi bundan sonrasını, kimi ilk güneş ışığına ulaşabilmeyi düşünüyor, herkes gözleriyle konuşurken, kimi kaderine; kimi gurbet yalnızlığına ağlıyordu, sesiz gözyaşlarıyla…
Onlar, karanlığın ortasında kalmış birer ışık kaynağıydı. Onlar, devletine güvenerek Anadolu’nun bu ücra köşesine gelecek kadar aslan yürekli eğitim neferleriydi. Tek silahları kalemi, bütün cephanesi bilgisi olan bu insanlar, beyinlerini kiraya vermiş zavallı maşaların yarattığı korku ikliminin ortasında yalnızlığın korkusunu yaşayan bir avuç aydındı. Halide Edip Adıvar’ın, Anadolu’nun işgali sırasında, İstanbul Sultanahmet Meydanındaki konuşmasının tam denk düştüğü saatlerdi: Kardeşlerim, bacılarım, gecenin hiç bitmeyecek zannedildiği saatler sabaha en yakın saatlerdir.
***
Pınar Öğretmen, yatağından büyük bir sarsıntıyla sıçradı. Bir bombanın patlamasıyla uyanmıştı. Kan ter içindeydi. Çevresine şaşkın şaşkın bakındı, evindeydi, kocasıyla aynı yataktaydı. Kocası, “Bir kâbustu, geçti canım. Hadi, bir yudum su iç. Rahatla canım, evimizdeyiz.” gibi sözlerle karısını yatıştırmaya çalıştı. “Gitmiyor, gitmiyor ne aklımdan, ne gözlerimin önünden. O korkunç saatler, o anlatılmaz saatler gitmiyor.” diyerek, kocasına sarılarak ağlayan Pınar Öğretmen, olaydan sonra evinde geçirdiği ilk gecede de o korkunç geceyi yaşıyordu.
Uykudan böyle birkaç kez fırlayan Pınar Öğretmen, sonunda yorgun düşen bir bedenin arzu ettiği uykuya dalabilmişti.
Kolay değildi. Çatışma sabaha kadar sürmüş, gün ağarmaya yakın kesilmişti. Karanlığın aydınlığa kavuşmasına yakın, karaltılar halinde baskın yaptıkları karakol çevresinde kendi arkadaşlarının cesetlerini bırakarak bilinmeze doğru kaçmışlardı.
Geride altı şehit, yürekleri yanmış aileler, barışa sıkılmış kurşunlar bırakarak, onlar, bilinmeze doğru giderken, aslında ülkemizi bilinmezliklere sürüklemekte olduklarının farkındalar mıydı?
Saat dokuza doğru Pınar Öğretmen uyandı, yatağından kalktı. Evindeydi. Eşi ve çocuğu salonda, baba oğul oynamaktaydılar. Çocuğunu aldı kucağına. Öptü, eşine sarıldı. Yine gözyaşlarını tutamıyordu, ağlamaya başlamıştı.
Sinirleri bozulduğu için, Pervari Belenoluk yolunda ve Belenoluk ’ta vara yoğa gülen Pınar Öğretmen, şimdi ağlıyordu. Sevinçten say, korkudan say, kurtulduğuna say, neye sayarsan say ama ağlıyordu. Sinirleri boşalmıştı. Bedensel bir rahatlık, belki de çatışma anında tuttuğu gözyaşlarının boşalmasını sağlıyordu.
Kahvaltı yaptılar. Karadeniz sabahı, ender bulunan bulutsuz gökyüzünün gönülleri okşayan güzelliğine bakan Pınar Öğretmen, masada bulunanlara olayı anlatmaya devam ediyordu: Kapı çalıyordu. Korku içinde birbirimize baktık. Annem, “Çocuklar, terörist gün ışığında kapı çalmaz herhalde.” Diyerek, kapıyı açmaya gidecek cesareti göstermişti. “Kim o?” dedi. “Kaymakam.” cevabını alınca, duyduklarımıza inanamadık. Kaymakam demek, devlet demekti. Devlet kapımızda idi.
Kapının açılmasıyla birlikte, Kaymakam, komutanlar, epey kalabalık göründü. Kaymakam, “Geçmiş olsun öğretmenlerim. İçeri girebilir miyim?” dedi. Bizler hep bir ağızdan, hem “Sağ ol.” deyip hem de içeri buyur ettik. Birimiz sussak, diğerimiz alıyordu sözü, adeta boşalıyor, adeta korkularımızı, yaşadıklarımızı anlatırken, “Gece neredeydiniz?” dercesine sorgulamak istercesine anlatıyorduk.
Vali geldi. Karakolda incelemelerde bulundu. Soruşturmacılar, incelemeciler, gecenin yalnızlığına inat adam kaynıyordu, Belenoluk.
Şehitlerin kaldırılması başlı başına bir acıydı. Gencecik bedenler, toprağa verilmek üzere tabutlanıyor, tabutlar ay yıldızlı Bayrakla sarılıyordu.
Teröristlerin cenazelerini toplayan askerler, kimlik tespiti ve sonrasında ailelerine verilmek üzere morga kaldırma hazırlıklarını yapıyorlardı. Devlet bu idi. Kendine kurşun sıkan vatandaşlarını hain de olsa ortalıkta bırakmıyordu.
Öğretmenlerin ruhsal çöküntüsünü görmüşlerdi, hem Kaymakam hem de Vali. Lojmanın alt katında banyoya sığınan arkadaşları, kendileri gibi sessiz kalmamış, ilçe ve il yönetimi adına, asker adına, yakında- uzakta kime ulaşmışlarsa durumu anlatıp, “Gelin kurtarın bizi. Helikopter gönderip aldırın bizi.” diyerek, sağa sola telefonlar yağdırmışlar. Vali, bizleri yatıştırmaya yönelik birkaç cümleden sonra, “ Elbette ki, siz kurtarmayı, karakola yardıma gelmeyi düşündük. Çatak yolu, Pervari yolu mayınlanmıştı. Askeri yeni bir riske atamazdık. Helikopterler, buraya inmek için gelseler, teröristlerin açık hedefi olurlardı.” gibi açıklamalarla, devletin konuya hakim olduğunu ima ediyor, bir anlamda bize güven vermeye çalışıyordu.
Gün boyu incelemeler, belge ve bilgi toplamalar sürmüştü. Vali ve birçok yönetici, komutan gitmiş, Kaymakam bizlerle kalmıştı. Akşam yemeğinden, yaşananları herkesin kendi penceresinden bir kez daha yaşatacak biçimde anlatımlarla sabaha kadar süren sohbetin ardından, Kaymakam hepimize on beşer günlük mazeret izni verip, memleketlerimize gitmemizi, ruhen derlenip toplanıp yeni bir şevkle göreve dönmemizi istemişti.
“Ne zaman hazırlandık, Belenoluk ’tan Pervari’ ye ne zaman indik, bilmiyorum. Siirt’ten Diyarbakır’a gelişi ben mi yaşadım, nasıl oldu bilmiyorum. Diyarbakır’dan, Trabzon’a giden otobüsün hareketiyle, gerçekten evime doğru gittiğime inanmıştım. O zamana kadar her an ya geri çağıracaklar, ya bir şeyler olacak endişesiyle, ne zamanı, ne yaşadıklarımı anlayabilmiş değilim.
Bu kadar mı hoş olurmuş, Zigana’dan Trabzon’a doru inmesi… Yüreğim pırpır. Son elli kilometre bitmek bilmiyor. Maçka, Esiroğlu… Terminal… Terminalde sarmaş dolaş kucaklaşma. Yarabbi, şükür sana. Taksiyle evin yolunun tutulması…”
Her noktayı, yüreğinden gelen seslerle dillendiren Pınar Öğretmene babası, “Kızım, bu teröristler karakola sezdirmeden köye nasıl sızmışlar? Bunları fark edememişler mi?” dediğinde, “Köye, bir gün önceden sızmışlar. Cuma günü, öğrencileri evlerine götürmek üzere okula gelen taşımalı eğitim minibüsleriyle köye girdiklerinden dikkat çekici bir durum ortaya çıkmamış. Tabi ne şoförler, ne de köylüler konuyu karakola bildirmeyince olan oldu.” dedi.
Pınar öğretmen, ziyaretine gelenlere anlatıyor, arkadaşlarıyla paylaşıyor ama bir türlü içindeki acıyı dindiremiyordu. İçinde bir yerlerde bir yıkılmışlık, kırılmışlık bir çözülmeyen hüzün yumağı vardı sanki. Atlatamadığı bir duygu yükü altında eziliyordu.
Doktorun yolunu tutmak zorunda kalmıştı. Yataktan sıçramaları bir türlü bitmiyordu. Ağır bir sarsıntıydı yaşadığı. İlaçların desteğini almak zorunda kalmıştı. İsyan noktasına geldiğinde çaresizlikten yumruğunu sıkıyor, “Kaderde bunu yaşamak da varmış.” diyordu.
On beş gün çabuk gelip geçti. Henüz toparlanamamıştı. Zorunlu tatilini doktor raporuyla uzatmıştı. Sayılı gün çabuk geçer. Önünde cevap bekleyen, kendisinden çok sevdiklerinin; Eşinin, Babasının, Annesinin ve diğerlerinin cevabını merak ettikleri bir soru vardı: Belenoluk ’a yeniden gidecek miydi?
Büyük şair Nazım Hikmet’in dizeleri dolaşıyordu beyninde: Sen yanmazsan, ben yanmazsam nasıl çıkar karanlıklar aydınlıklara…
Gitmeliydi. Kaymakam dememiş miydi, “ Asıl sen ağlamayacaksın, rehber öğretmensin. Sen bunlara da rehberlik edeceksin. “ öyle ya, rehberliğin yaşı, yeri, zamanı olur muydu?
Başta, Eşi ve ailenin tüm bireyleri olmak üzere, Pınar Öğretmene, “Yeniden gitmeyeceksin. O sıkıntıları çekmeyeceksin.” telkinlerinde bulunuyorlardı. Kısacası, gitmesini istemiyorlardı.
Raporun son günleri gelmişti. Çarşıdaydı. İçini kemiren tanımsız duygular arasında bir şimşek gibi çakan düşünceyle bir karar vermişti. Dolmuşa bindiği gibi terminalin yolunu tutmuş, biletini almaya gitmişti. Şehitlerin can verdiği yerde korkunun yeri yoktu. Gitmeliydi. Aynı acıyı paylaştığı arkadaşları oradaydı. Bayrak vardı orda. Mustafa Kemal’in Misak-ı Milli sınırları vardı. Yıllarca ekmeğini yediği ülkesine hizmet borcu vardı. Zorunlu hizmetini tamamlayıp, alnı açık dönmeliydi, evine. Yarınlara, çocuklarına diyecek sözü olmalıydı. O, anaydı. Oradaki evlatlar da birer ana kuzusuydu. Öğretmenlik, sırça saraylarda yaşamakla değil, karanlıkları aydınlatmakla yaşanan bir görevin adıdır.
Git, öğretmenim. Yolun, bahtın, yarınların aydınlık olsun.
2014
BİR CEVAP YAZ