13 Mart 2021, 23:47 tarihinde eklendi

MAKAMLAR VE MAKAM SAHİPLERİ

MAKAMLAR VE MAKAM SAHİPLERİ

 

Makamlar, yılların ve verilmiş emeklerin oluşturduğu saygın kavramlardan biridir. Ne kişisel çıkarlara, ne de dönemsel heveslere bırakılmayacak kadar değerli olduğundan korunması gereken bir kavramdır.

Kişiler gelir geçer, makamlar kalıcıdır. Makamlar kişilerin varlığıyla onurlandırılır, ama makamdan onurlanmak isteyenlerin elinde yıpranır. 

Makamlar, geleneksel geçmişi olan, yazılı olmayan kuralları bulunan bir değerler bütünlüğüdür.

Kişilerin bencilce, kendi görüş ve duygularının esiri ve eseri olarak temsil edecekleri bir yer değildir, makamlar.

Yasalar, insanların birlik, bütünlük ve huzur içinde yaşamalarını sağlamak amacı güderken, makamlar, yasaların uygulanırlığının devlet ayağını oluşturur.

Devlet, halkın can, mal ve namus güvenliği için eşit tutumlar yürütür. Bu durumu, insanların inanç, cinsiyet, ırk ve renk gibi farklılıklarına eşit olarak yürütür.

Yasalar, özgün olmak, özgür olmak adına çiğnenmemelidir. Bazı değerler statükoculuk algısıyla yıpratılmamalıdır.

İngiltere, kraliyet ülkesidir. Demokrasi adına gereken her değer var, ama adı kraliyet olan bu ülkede, yüzlerce yıllık geleneksel kimlik sürdürülmektedir.

Her öğrencisini, atom bombası atılan Hiroşima ve Nagazaki’ye düzenli olarak götüren Japonlar, bu eylemi tutuculuk derecesinde düzenli olarak sürdürmektedir.

Ne İngilizler, ne de Japonlar statükocu olarak adlandırılabilir. Kaldı ki, geleneksel kimliklerini sürdürerek gelişmiş olmaları diğer ülkelerde ki, şu an bu yazıda olduğu gibi örnek gösterilirler.

Osmanlının çürümüş, statükocu yapısının getirdiği ağır ve hantal devlet yapısının ardından Mustafa Kemal’in ilkeleriyle yaşamaya başlamak insanımıza bir yeni ruh, bir yeni kimlik ve hız kazandırmıştı.

Milliyetçilik ilkesinde ırkçılık bulunmayan bir düşünce, değişimi sürekli kılmak için devrimcilik ilkesiyle desteklenmiştir. Cumhuriyetçilik ilkesiyle, çoğulcu demokrasinin kapılarını aralayan Büyük Önder, halkçılık ilkesiyle ulusal kimliğimizin birer buketini oluşturan çiçek demetlerini kucaklamayı amaçlamıştır. Devletçilik ilkesiyle, serbest piyasada özel sektörün varlığına zemin hazırlarken, laiklik ilkesiyle de kişilerin inanç bağlamında birbirine üstünlük sağlamamasını, devletin de bu ilke içinde hareket etmesini ortaya koymuştur.

Atatürkçü olmak, statükocu olmak anlamına gelmez. Devlet büyüklerinin ülke ziyaretleri sırasında uygulanan protokol kuralları, bir işgüzarlık değil, makamların temsil ettiği ulusların geleneksel ve ulusal değerlerine saygı gösterilmesidir.

“Hala, bunlarla mı uğraşıyoruz?” diyerek, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın, orduyu şortla denetlemesi, “Anayasa bir kez delinmekle bir şey olmaz.” dediği günlerden bugüne neleri nasıl değiştirdik, neleri yıprattık, düşündük mü hiç?

Önce öğretmenlik makamını bitirdik. Atatürk’ün, “Asıl savaşımız, cehaletle olacak. Silahlı ordumuzun zaferi, eğitim ordusunun zaferleriyle taçlandırılmalıdır.” diyerek, görev yüklediği makamı bitirdik.

İlkeli yaşamayı, statükocu olarak adlandırarak bitirdik. “Bu kafayı bırak. Sen bu çağda değil misin? Sen mi düzelteceksin? Gücün yetmez, bari boşa yorulma.” gibi cümlelerle içini boşalttık.

Halk için siyaset yaptığını söyleyenler, halkın dini değerlerini hiçe sayıp alay ederek, demokratik olmayı, hatta Atatürkçü olmayı –adeta- dinsizlik olarak sunanlar sayesinde bugün din pazarlayıcıların sayesinde inanç makamını bitirdik.

Tarihi değerlerimizi ne anlatabildik ne tanıtabildik. Bize özgü değerleri, başkalarının kaleminde bulup okuduk.

İkilem yaratarak, sistemli bir biçimde devlete, öğretim sistemine karşı şüpheci bakışlar yarattık. Resmi tarih adını verdiler bazıları, kendi ne anlatmak istiyorsa onu bulduğu yazılara da gerçek tarih diyorlardı.

Özgürlük adı verilerek Amerikan şalvarı olan kotla halk oyunları oynadık, sanki milli kıyafetimiz haline getirdik. Dağlara tırmanan çalışanlara sözüm yok da, öğretmenin de kot pantolon giymeyi özgürlük saymasını anlamakta güçlük çekiyorum.

Destanlarımızdaki masalsı unsurları bahane ederek, edebiyat tarihimizin bu seçkin eserlerini alay konusu yapanlar, sinema teknolojisinin sahtekârlığında düzenlenen masalsı Rambo filmlerini izlemek için sıraya girdik.

Mevlana’yı, Yunus’u anlatmak ve sahiplenmeyi beceremedik. Evrensel değerlere ulaşmış ulusal değerlerimizi anlatmayı bırakın, biz başkalarından öğrendik.

Adalet duygusunu bitirdik. Her dönem iktidarda bulunanlar, kendi düşüncesine hizmet edenleri göreve getirmekten, hakkaniyet ve adalet içinde çalışmalar yapmaktan uzaklaştılar. “Sen yaptıysan, ben niye yapmayayım?” çizgisinde kısır döngü içinde zamanı geçirmişiz. Çağdaşlarımızı yakalayıp geçmek yerine izlemeyi seçmişçesine adımlar atıp, küçük başarıları büyük adımlarmış gibi gösterdik.

Mankenleri, topçuları, popçuları yazılı ve görsel basınımızın temel haber malzemesi yapıp, akademik başarıları bitirdik. Okuyup da ne olacak düşüncesini adeta yerleştirdik. Onları haber konusu, ya da magazin programlarının baş tacı yaptıkça, ahlak ve aile yaşantımızın içini boşalttık.

Kendisi kravat takmayan bir amirin, emrindeki memurundan kravat istemek; serbest kıyafeti özgürlük ve özgünlük olarak görenlerin, önünde ceket düğmelemeyen memurundan hesap sormak; ilkelerden uzak, “Ben yaparsam doğrusudur.” anlayışını yerleştirerek yaşam kültürü oluşturmak, yönetim anlayışımızın da içini boşalttığımızın açık göstergesi değil mi?

Zayıflama, güzelleşme; kedi- köpek haberleriyle, halkın kafasındaki haber ciddiyetini boşalttık. Ben haykırıyorum, “Yaşamın içini boşaltmak, bizleri boşluğa sürüklemektir.” duyan yok.

Dünyasından haberi olmayanın, kendinden ve yarınından haberinin olması beklenemez. Boşaltmadığımız ne kaldı diye düşünmektense, geriye bir bakmak ve değerlerimizi yeniden nasıl değerlendiririz demek gerekir.

Gerici olmadan değerlere sahip çıkmak, ilerici olarak yaşamanın yollarını araştırmak temel adımlarımızı oluşturmalı.

İlkeleriyle, ölçülü yaşamayı sürdürenlere selam olsun…

BİR CEVAP YAZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Doldurulması zorunlu alanlar işaretlendi *