14 Mart 2021, 11:20 tarihinde eklendi

YAŞAYAN RUH, YAZDIRAN RUH MUDUR (1)

YAŞAYAN RUH, YAZDIRAN RUH MUDUR (1)

 

12 Mart 1921-12 Mart 2021, “KORKMA” diyerek gürlemeye başladığımızın 100. yılındayız. Sizlere, 100. yılda seslenmeye çalışan bu yazımda, bilinen klasik cümlelere yer vererek bilindikleri tekrar etmeyeceğim. Bir bakış açısı kazanmanız adına İstiklal Marşı’nı yazan ruhun ve yazılma döneminin ışığında sorgulanması gereken bazı konuları irdelemeye çalışacağım.

1-İstiklal Marşını Kim yazdı: Mehmet Akif. Mehmet Akif Kimdir? Öyle sizin beklediğiniz klasik yanıtlar yok. Akif kimdir sorusu için onun yaşantısına bakalım, kimmiş:

Akif; Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır Hadisine sıkı sıkıya bağlıdır. Haksızlığa tahammül ettiği ve hele yaltaklanarak menfaat peşinde koştuğu hiç görülmemiştir. Veteriner İşleri Müdür Yardımcısı görevini üstlendiği yıllarda Veteriner İşleri Müdürünün bir haksız karar ile azledilmesi üzerine görevinden istifa etmişti.

Kendisine bu hareketinin sebebi sorulduğunda başkasına yapılan haksızlığa tahammül etmesinin mümkün olmadığını söylüyordu. “Arkadaşıma yapılan haksızlık bana yapılmış demektir” diye, 20 yıllık memuriyetine tereddütsüzce veda etmişti.

Bugün yaşadıklarımız, yazılı basında okuduklarımız, görüntülü ve/veya sesli yayın organlarında duyduklarımız, yaşanan hukuk süreçleri, sosyal paylaşım alanlarında karşımıza çıkan paylaşımlarda gördüklerimiz, yakından uzağa; yukarıdan aşağıya hangisi Akif’in bu ruh haliyle örtüşür?

Hak etmediği yerlere gelmek için kaç kişi makam sahiplerinin kapısını aşındırmaktadır. Bir makamda bulunan arkadaşı haksız yere görevden alındığında karşı çıkan var mıdır? Haksız yere görevden alınan kişinin yerine bir makam teklif edildiğinde, “Bugün onun başına gelenleri onaylamıyorum. Makam onun hakkıdır, o varken ben bu göreve layık değilim.” diyebilecek kaç kişi vardır?

Akif, ‘Benim verdiğim sözde durmamam için, ya ayağa kalkamayacak kadar hasta olmam, ya da ölmem gerekir’ der. Mithat Cemal KUNTAY anlatıyor.
“Baytar mektebindeyken, sınıf arkadaşı Hasan Efendi’yle Akif o kadar dosttu ki birbirlerine söz veriyorlardı, ileride çoluk çocuk sahibi olurlarsa ölenin çocuklarına kalan bakacaktı. Aradan yıllar geçmiş, memuriyetten istifa ettiği günlerde, Beylerbeyi’ndeki evinde kendi yağı ile kavruluyordu. O sırada, ona, her cuma, sabahtan gidiyordum: Kitap okuyorduk. Bir cuma Akif'in evinde sekiz çocuk buldum. Teker teker çok sevimli olan çocuklar bir araya gelince ne manzara alırlar malûmdur. Evde sekiz kişilik bir kıyamet kopuyordu. Akif'in beş çocuğuna katılan bu üç çocuğun komşudan gelmiş ufak misafirler olduğunu zannettim ve ertesi cuma bu çocuk gürültüsüyle artık karşılaşmam sandım. Fakat her cuma sekiz çocukla sofada aynı kıyamet kopuyordu. Akif de buna katlanıyordu. Bu üç çocuğun gelişi, Akif'in çocuklarına da fazla hürriyet vermişti. Sofada, çocuklardan birinin yanağını hıncımdan çimdikler gibi sıkarak, Akif’e sordum: —Kim bu yavrular? Akif cevap vermedi. Odaya girince, bu üç ıstırabını, bu misafir çocuklarını Akif’e takılarak tebrik ettim. Akif in yüzü değişti: — ‘Misafir çocukları değil, benim çocuklarım! Hasan Efendi öldü de’ dedi. Bu çocuklar, kim evvel ölürse hayatta olanın bakacağı çocuklardı, rahmetli Hasan Efendi’nin çocukları. Fakat Akif bu çocuklardan daha güzeldi: Mektepte verdiği sözü hâlâ unutmayan bir çocuk.”

Sözü dolandırmadan ve uzatmadan sorayım: Kaçımız bu hareketi yaparız? Yıllar önce -hatta çocukça denilebilecek bir tavırla- verilen sözleri bırakın, dün kadar kısa sayılan zamanlarda neleri unutmadık? Bırakın gençlikte verilmiş bir söz uğruna başkasının çocuklarına bakmayı, kendi anamızı-babamızı bakmayı unutacak, yük sayacak hale gelmedik mi? Dolandırıcılık, söz verip yerine getirmemenin sosyal yapıdaki hali ceza kanununda karşılığı olarak yaşantımıza yerleşmedi mi?

Seçimden seçime kandırılan sürü haline gelmedik mi? Siyasilerin olmayacak vaatlerine rağmen önlerinde ceket düğmeleyenler içimizde değil mi? Muhalefetteyken başka, iktidardayken başka konuşanlara yıllarca oy verenler bizler değil miyiz?  Bu ruhla, Akif’i; kaleminden değil yüreğinden gelerek dizelere dökülen Marşımızı anlayacağımıza gerçekten inanıyor muyuz?

KORKMA! Akif, bağımsızlık için marş yazarken, böyle bir sözcükle neden başlamıştır? Telmih sanatı yoluyla, Hac Suresi 38. Ayete bir çağrışım yapmaktadır: “Biliniz ki Allah iman edenleri korur. Şu da muhakkak ki Allah hiçbir haini, hiçbir nankörü sevmez.” Öyleyse ya imanınızdan şüpheniz var ya da bağımsızlığa inancınız yok. Bağımsızlığa inanıyor, imanınız da tamsa korkacak ne var? Kendisi dürüst olan bir yüreğin dürüstçe ifadesinin destanlaşmış önsözüdür; korkma!

İstiklal Marşımızı anlamak için, kendisine mal mülk para teklif edilerek bu savaştan vazgeçirilmek istenen askeri cephenin başkomutanıyla, cephe gerisini manevi duygularla besleyip vatan sevgisinin edebi cephenin komutanı olan ruhları anlamak için, onlar kadar vatansever, çıkar hesaplarından uzak, halkına güvenebilen insanlar olmak gerekir.

Kahraman Ordumuza hitabıyla başlayan Marşımız, asker millet kavramının bayraklaşmış anıtıdır.  Askerliğin paralı olduğu günleri yaşayanların İstiklal Marşımızın ruhunu kavraması, “Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.” diyen Akif’le aynı ruhu taşıması ve İslam anlayışı bakımından da aynı ruh halinde olduğunu düşünmek -bence- çok zor, siz ne dersiniz bilmem.

Kahraman ordumuza hitabıyla başlayana Marşta gecen al sancak ifadesi de bir tesadüf olarak şiire girmemiştir. Hem aruz açısından hem uyak açısından sancak yerine bayrak yazılsa, akış ve söyleyişteki musiki yapı bozulmuyor. Öyleyse sancak sözcüğü bilinçli bir seçimdir. Çünkü sancak ordunun göklerdeki simgesidir, bayrak ulusun. Seçilen sözcükle de asker millet kavramını destekleyen Akif, Marşın dizelerine inanç, tarih, kültür ve bilgi dolu ruhla hayat vermiştir.

“Sönmeden/ en son/ ocak” sözcükleri anlamca olduğu kadar, tarihsel süreçle de değerlendirilmelidir. Tarihte 16 büyük imparatorluk kurmakla övünürüz de bu 16 imparatorluğu nasıl batırdığımızı neden tartışmayız?

Ocak, yaşam demektir; bir ocağın tütmesi orada o ateşi yakan bir canlının varlığına işaretse, son ocak da sönmeden korkma. Atasözümüz ne güzel demiş: Çıkmayan candan umut kesilmez. Son ocağa kadar gelmediysek, umudumuz da varsa (ki umutsuzluk dinen günah sayılan bir durum) korkma, tarihin sayfalarına gömdüğümüz o imparatorlukların küllerinden yeniden doğan devletler yaratmayı başaran bu ulus, tüten son ocak da kalsa küllerinden doğmayı başaracaktır.

…………………………………. YAZININ DEVAMI GELECEK………………………….

 

BİR CEVAP YAZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Doldurulması zorunlu alanlar işaretlendi *