YAŞAYAN RUH, YAZDIRAN RUH MUDUR (3)
3-Anadolu coğrafyası ve bağımsızlık…
“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.” dize içerisinde öyle bir inanç, öyle bir kararlılık var ki, Mustafa Kemal’in Çanakkale’de verdiği o unutulmaz emri çağrıştırıyor: Ben sizlere savaşmayı değil ölmeyi emrediyorum!
Dizelerden gönüllere taşan, gönülleri cepheye koşturan bu inanç, bağımsızlık inancıydı. Atatürk, halkın/askerin içinde bir ömür geçirmiş insandı. Halkın ne istediğini/isteyeceğini bilecek kadar halkın içinden gelmiş biriydi.
Akif de halkını tanıyan, bilen ve gözlemleyen biriydi. Tarih bilinci, bu ulusun esaretle yaşamak bir yana, esaret sözcüğüne tahammülü olmadığını göstermektedir.
“Hür yaşadım.” Ne zamandan beri? “Hür yaşarım.” Ne kadar? Ezelden beri hür yaşayan ulusta inanç ebediyete kadardır. İşte o inanç ve kararlılık İstiklal Marşımızın her dizesine sinmiş bir ulus karakteridir.
Bu konuda İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Prof. Dr. Azmi BİLGİN, 2006 yılında Ölümünün 70. Yılında Mehmet Akif ERSOY konulu bildirisinde: “Millî Marşlar bir şairin kaleminden çıkmış olsa da onun benimseyecek, yıllarca, asırlarca dilinden düşürmeyecek olan milletin de karakterini aksettirmek durumundadır. Bazı Millî Marşların özel bir adı da vardır. Bizim millî marşımızın adı “İstiklâl” dir. Bu adlandırma Türk milletinin çok önemli bir karakterini de belirtmektedir. Milletimiz tarihin hiçbir döneminde devletsiz kalmamıştır.” diyerek tarihi bir tespitte bulunmuştur.
Anadolu coğrafyası 1071’den sonra vatan toprağı olmaya başlamış, günümüze kadar da öyle devam etmiştir. Ancak jeostratejik önemi, kültürler başkenti, uygarlıklar beşiği bir coğrafya olunca, özellikle 1453’te Doğu Roma İmparatorluğu tarih mezarlığına defnedilince, bu coğrafyayla ilgili hesaplar, planlar ve düşmanca tutumlar hiç bitmemiştir/bitmeyecektir de.
Gerek tarım alanları gerek yeraltı ve yerüstü zenginlikleri de iştah kabartacak kadar olunca, “Hür yaşadım.” deyişinin, “Hür yaşarım.” haline dönüşmesi ve sürdürülmesi için Atatürk’ün, Nutuk’ta yer verdiği “Gençliğe Hitabe” sine bağımsızlık gözüyle, daha dikkatli bakmak gerekmektedir:
Ey Türk Gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti'ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahili ve harici bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklâl ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr-ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk İstiklâl ve Cumhuriyeti'ni kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.
Yunanlılar Bursa’dan sonra Kütahya ve Eskişehir’i ele geçirmiş, Sakarya önlerine kadar gelmiş, Ankara’yı tehdit etmeye başlamıştır. Meclisi’n Kayseri’ye ya da daha içeride bir yerlere, Sivas ve Malatya gibi şehirlere taşınması bile konuşulmaya başlanmıştı. İstiklâl Marşı böyle bir dönemde ruhları yüceltmek, bağımsızlık inancını artırmak cephede askere içeride halka moral vermek amacıyla yazılmıştır.
“Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!” İşte vatanı kurtaracak özgür iradeyi yansıtan, dinleyene güven veren bir söyleyiş.
Bugün bu ruhun neresindeyiz? 1984’ten beri Güneydoğu sınırlarımız yol geçen hanına dönmüş, sınır karakollarımıza baskınlar yapılıyor, şehitler veriyor, acılar çekiyoruz. Uluslararası hukuk içinde anlık takip hakkı olan bir devlet olmamıza karşın bazı güçlerin izniyle hareket edecek hale gelmişsek, “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!” diyebilir miyiz?
On binlerce kilometre ötelerden, Afganistan, Irak, Suriye ve daha eskilerde Vietnam gibi ülkelere DEMOKRASİ VE ÖZGÜRLÜK getirmek üzere yola çıkanlar, kendilerinde bu hakkı görürken, “Sınır güvenliğim için neden izin almalıyım?” sorusu, yıllardır yanıt bulamadığım sorulardan biridir.
“Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr-ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.” Cümlelerinde ifade edilen durumlar yaşanmasa: “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!” dizeleriyle 100 geriden haykıran bir ulus, bu durumlara düşer mi?
Gerçekten sormak gerekiyor: 100 yıl önce İstiklal Marşı’nı yazdıran ruh, bugün yaşıyor mu? Ya da Kurtuluş Savaşımızın önderi, Başkomutan Mustafa Kemal ATATÜRK, silah arkadaşları, Müdafaa-i Hukuk ekseninde toplanmış aydın yazarlar, din adamları, öğretmenler, kısacası halkın o günkü ruh hali (bağımsızlığa ve özgürlüğe olan inançlı ruh hali) bugün ayakta mıdır?
“Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,” / ‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar? Artık Marşımızı, anlamaktan öte yaşamak gereken dönemdeyiz.
.................................YAZININ DEVAMI GELECEK..............................
BİR CEVAP YAZ