YIL DÖNÜMLERİ, İYİ NUTUK FIRSATLARIDIR
Söze doğrudan girmek, 6 Şubat 2023’te yaşadığımız yüzyılın felaketinde toprağa verdiğimiz canlara, Allah’tan rahmet, acıları dinmeyen ailelerine sabırlar dileyerek, DEPREM, AKIL, YÖNETİM ve İNSANLIK üzerinde eleştirel yaklaşımlarla; karşılaştırmalı anlatımlarla ben de bu büyük felaketle ilgili aklımdan geçenleri sizlerle paylaşmak istedim.
Deprem nedir, ne değildir, bunları anlatacak değilim. Depreme nasıl hazır olmalıyız, deprem anında ve sonrasında neler yapmalıyız … Bu konularda konuşan, yazan yeterince uzman var. Zaten benim ülkemde herkes her konuda en iyi bilendir(!)
1999 Marmara depremini -Yalova, Altınova’da- yaşamış bir eğitimci olarak, depremin yarattığı psikolojik çöküntüyü gidermek, afetler konusunda halkın bilinçlenmesini sağlamak amacıyla Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesinde deprem uzmanlarınca kursa alınanlardan biriydim. Rahmetli Ahmet Mete IŞIKARA ve ekibinin muhteşem bilgi hazinelerinden payımıza düşeni alarak, sorumlu olduğumuz bölgelerde idareci, öğretmen, öğrenci ve velilere eğitimler vermek üzere görev bölgelerimize dönmüştük.
O dönem yapılan çalışmalar, öylesine verimliydi ki kitlesel panik yaşayan bölge halkında belirgin iyileşmeler gözle görülür haldeydi.
Aradan geçen 24 yılda değişen her alanda yozlaşmanın artması, sorumlu makamlarda liyakatli insanların bulunmaması, giderek artan siyasi kayırmacılık vb. olumsuzluklar idi.
Makamlar ve sorumluluk denilince aklıma gelen, asıl adı Vüheyb Bin Ömer Sayrâfî olan ve Behlül-i Dana adıyla tanınmış bir Hak aşığının adıyla anlatılan öyküyü paylaşmak istiyorum. Behlül-i Dana’nın Harun Reşit’in kardeşi olduğu iddia edilir.
Öykü bu ya, hükümdar Harun Reşit, maiyetiyle birlikte bir mezarlıktan geçerken açılmış mezarlıkta yatan birini görür. “-Kimdir bu boş mezarda yatan, tez uyandırın şunu.” der. Uyandırılan kişi kardeşi Behlül-i Dana’dır. Uyku mahmurluğunu üzerinden atmaya çalışan Behlül-i Dana, Harun Reşit’e seslenir: Ey hükümdarım, ben uyandığımda yaşadığımı gördüm, sen uyanınca ne göreceksin?
Günlerce düşünen Harun Reşit, kardeşi Behlül-i Dana’yı sarayına çağırtır. Sarayın kabul salonunda, ağabeyi ve hükümdar Harun Reşit’i beklerken tahtın boş olduğunu gören Behlül-i Dana tahta oturur. Beş on dakika kadar oturan Behlül-i Dana’yı tahtta gören askerler, oradan indirdiği gibi, tahta oturma cezası olarak kırbaçlamaya başlarlar.
Behlül-i Dana, kırbacı her yedikçe, “Vah Harun Reşit, vah.” der. Askerler kırbaçlamayı bitirir, Behlül-i Dana bir kenarda ağlayarak oturmaya başlar.
Harun Reşit, salona girdiğinde, bir kenarda ağlayan Behlül-i Dana’yı görünce merakla sorar: Ne bu hal? Neden ağlıyorsun?
Behlül-i Dana: Yok bir şey, senin için ağlıyorum.
Harun Reşit: Ben hükümdarım, benim ağlanacak neyim var?
Behlül-i Dana: Öyle deme. Şu tahtta beş dakika oturdum, dünyanın dayağını yedim. Sen bir ömür oturuyorsun, halini düşündükçe ağlıyorum.
Kıssadan hisse, dünyanın başka bölgelerinde yaşanan depremler ve diğer felaketleri bir yana bırakın aradan geçen 24 yılda, sorumluluk taşıyanlar ne yaptı/ ne yapmadı?
Sorumluluk taşıyan makamlara oturanlar, makamları mı onurlandırdı, makamlardan mı onurlandı, kararı halkımızın ferasetine bırakıyorum.
Ancak, farklı bir noktaya değinip, konumuza tekrar dönmek istiyorum. Modern propagandanın temel ilkesi şudur: Bir ülkede neyi yıkmak istiyorsan, onu her yerde, her zaman dile getir (Ki bıktır.). Bir ülkede neyi yerleştirmek istiyorsan, onu bir kere dile getir ve bırak. İlgiyi o zaman gör.
12 Eylül’cü generaller sayesinde, neredeyse yatak odalarımıza Atatürk heykeli dikecek hale gelmiştik. Her yerde Atatürk, her zaman Atatürk… Artık halkta bir usanma duygusu, neredeyse mecburi bir Atatürk sevgisi varmış gibi duygular oluşturuldu. Öyle ki 1980’den 2000’lere geldiğimizde Atatürk düşmanları o kadar artmış, o kadar yayılmıştı ki masumca istekler halinde ulusal bayramlarımızın törenleri bile öğretmenlere ağır gelmeye başlamıştı. Törenler, bir minnet borcunun ifadesi değil, bir mecburiyetin angaryası gibi algılanır olmuştu.
Ve 2001 ekonomik krizi… Ve kötüye giden ekonomi nedeniyle hızla seçim ortamına sürüklenen ülkemiz. Sonuç:
“Alnı secde görmüşler.” seçildi, 2002 Kasım seçimlerinde. 21 yılı aşkın bir zamandır iktidarda bulunan alnı secde görmüşler, İslam dinine o kadar zarar verdi ki, Allah diye diye Allah’tan, Kur’an diye diye Kur’an’dan din ticareti yaparak imandan soğuttular.
Şimdi de modern propagandanın İslam üzerine oyunları oynanmaya başlanmıştı. Hayırlı cumalar mesajları atmak moda, atmamak neredeyse suç olmuştu. Artık her yerde İslam, her ortamda İslam… Sonuç: Camiler çoğaldıkça cemaat azaldı. Deizm denilen akım hortladı. Ateist anlayış, artan cemaatçilik ve tarikatçılığa tepki olarak yaygınlaştı.
Emperyalistler, cephede ve masada kendilerini yenilgiye uğratan Devletimizin Kurucusu, Kurtuluş Savaşımızın Başkomutanı Mustafa Kemal ATATÜRK’ün kurduğu Cumhuriyetin iliklerine kadar girmiş, Cumhuriyetimiz kuruluşundaki değerlerden epey uzaklaştırılmıştı.
O kadar bozulmuşluk vardı ki, bir ulusun muhalefeti oluşturan yarısına “ZİLLET” diyecek kadar halk aşağılanır olmuştu.
Her alanda mayasıyla oynanmış değerler, değer olmaktan çıkmış, “Günü nasıl kurtarabilirim?” kaygılarının yarattığı yağcı, yalaka zihniyetler türemişti.
1999’dan 2023’e akan zaman diliminde irili ufaklı depremler, seller, orman yangınları kapımızı çalmış, kendini hep hatırlatmış ancak biz 6 Şubat sabahı gözümüzü felakete açmıştık. Gözünü açamayan on binlerce insanımızı toprağa verirken, geride kalanlar, acılarını dahi yaşamadan ortamın çilesiyle boğuşmaya başlamıştı.
Konumuza dönersek: Deprem Türkiye’nin değil, dünyamızın kaderi. Kıtalar magma tabakası üzerinde hareket ettikçe, kıtalar bir yerden bir başka yere kaydıkça, dünyamızın inkâr edilemeyecek gerçeği olan depremden kaçınmak, kurtulmak gibi bir şansımız yok. Öyleyse bu gerçekle yaşamayı öğrenmek, depremden değil, depremin hasarlarından korunarak yaşamayı öğrenmek zorundayız. Tıpkı Japonya, tıpkı Şili gibi.
Soruları sormak beni yoruyor, aldığım cevaplar da alamadığım cevaplar da beni delirtiyor.
Her felaketten sonra, birileri çıkar ortalığa, “Bu bize Allah’ın bir cezası; başı açıklar, kısa etekliler, dekolte giyimli kadınlar oldukça, bu felaketler daha çok gelir başımıza. Allah’ın ipine sarılalım. Bir mürşide bağlanalım, ancak o zaman kurtuluruz bu felaketlerden.” demeye başlar.
Bunları duyunca, “Havai adalarında bulunanların, Miami’de bulunanların hepsi çarşaflı mı?” diyesim geliyor.
21 yıldır alnı secde görmüşler iktidardaydı, hangi önlemleri aldılar? 1999 yılında halkı bilinçlendirmek için kitlesel eğitim planlaması yapan devletim, 2023 felaketinde -deprem bölgelerine zamanında girmekte bile başarısız oldu- eleştirileriyle günlerce gazete sayfalarında yer aldı.
Kur’an diye diye iktidarlarını sürdürenler, en az 300 ayetin başında veya sonunda yer alan “Hiç akıl etmez misiniz/ bunda düşünenler için dersler var/ hiç ibret almaz mısınız…” sözleri yer alır da hiç ders alırlar mı?
“İşi ehline verin. Nisa 58” Ayeti, bizim yöneticilerimize seslenmiyor, demek ki Japonlara sesleniyor.
“Bilenle bilmeyen hiçbir olur mu? Zümer 39/9” Ayeti, bize değil de Almanlara sesleniyor
“Kul hakkı yemeyiniz. Nisa 4/2” Ayeti demek ki yalnızca Rusları ilgilendiriyor.
“Bizi aldatan bizden değildir.” Hadisi, hiçbir Müslümanı ilgilendirmiyor olmalı ki bunca hileli mallar, haksız kazançlar ülkemizde cirit atıyor.
Neden, benim ülkemde acılar, gözyaşları kaderle süslenerek yedirilir. Müteahhite hak aramak için dava açmak bile neredeyse günah sayılacak hale gelmiş, “Onlar ülkemizin ihracatçı firması, açacağınız dava onların uluslararası itibarlarını düşürür.” Vb. düşüncelerle engellenir olmuştur.
Felaketlerin yaşanması önlenemez, acıları önlenebilir/azaltılabilir. Bilimin ışığında, aklın terazisinde, ahlak ve insaf ölçüleriyle hareket edilir de adımlar doğru atılırsa, felaketler, coğrafi bilgilerin içinde yer almaktan öteye gitmez.
Rüşvet, adam kayırma, iltimas ne zaman içimizden sökülüp atılır, biz de gelişmiş ülkeler gibi felaketlerle yaşamayı öğrenmişiz demektir.
“Kendine layık görmediğini başkasına da layık görmeyen kâmil insandır.” anlamındaki hadislere bakıldığında, yapılacak işin değeri, insana verdiğin değerle ölçülmelidir.
Çok sevdiğim bir hadisle yazımı bitirmeye doğru adım atayım: İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş sayılmazsınız. Hud suresi 112. Ayette “Emrolunduğu gibi dosdoğru ol.” ifadesi ile birleşince, Behlül-i Dana öykümüz ne derin anlamlar taşımakta değil mi?
Söz uzadıkça, derinlik kaybolur. Sözün kısası, adalet, erdem; bilgi, akıl; ahlak ve insaf ölçülerinde birbirimize değer vermedikçe, “Altta kalanın canı çıksın.” mantığını yaşantımızdan söküp atmadıkça, her insan, en azından insan olma onuruna erişmiş, Allah’ın şerefli yaratığı olarak bilinmedikçe, bu felaketlerin yıl dönümlerinde daha çok nutuklar dinleriz de sonuç değişmez.
Güzel ülkemin, güzelliklere layık insanları, hadi yeni bir 17 Ağustos, yeni bir 6 Şubat acıları yaşamamak için “O da en az benim kadar değerli.” diyecek insan sevgisi dolu uyanışla, bir yerel seçim sürecinde, doğrular için doğru karar vermeye…
***
Canım yeğenim Selma’m, sevgili eşi Ömer, can kuzucukları Gökçe ve Neslişah nurlar içinde yatınız. Çocukluk arkadaşım Faruk, adlarını sayamadığım canlarım nurlar içinde yatınız.
BİR CEVAP YAZ
E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Doldurulması zorunlu alanlar işaretlendi *
Hocam yazınız çok anlamlı. Tebrik ediyorum. Kaleminize sağlık. Her kelimenize aynen katılıyorum. Selam ve dua ile. Esen kalın. A. Salih
????